Eskiden Batıcılar’ı şaşkınlıkla, aymazlıkla, cehaletle kınardık ama ne yazık ki kalem erbabı bazı muhafazakârlarda da şaşkınlığın sonu yok. İki yönlü bir şaşkınlık bu. Birincisi, geçmişte olan herşeyi din ile bir tutmak, ikincisi de dini değil başka şeyleri referans almak...
Geçenlerde muhafazakâr bir gazetede bir yazı okudum. İçinde şu cümle geçiyordu:
“İyilikte yarışın” diyen eski zamanların güzel ilkesi “meydanda, seyirci önünde yarışın” demezdi. İyiliğe doğru koşun manasında anlaşılırdı.
Şimdi burada duralım. “İyilikte yarışın” “eski” zamanların güzel ilkesi mi? Bunu yazan kişi bu ibarenin bir ayet olduğunu bilmiyor mu? O ayet mealen şöyledir: “Herkesin yüzünü O’na doğru çevirdiği bir yönü vardır. Öyleyse hayırlarda yarışın. Nerede olursanız olun, Allah sizin hepinizi bir araya getirecektir. Şüphesiz Allah her şeye kâdirdir.” (Bakara 148)
Başka ayetlerde de bu emir tekrarlanır. Mesela: “İyilikte ve fenalıktan sakınmakta yardımlaşın. Günah işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmayın. Allah’tan korkun, Allah’ın cezası şiddetlidir.” (Mâide 2)
Peki bir yazar, Allah Tealâ’nın bir kelâmını, emrini atasözüymüş, geçmişte kalmış bir adetmiş gibi nasıl anlar ve anlatır? Hep söylüyorum; eskiden Batıcılar’ı şaşkınlıkla, aymazlıkla, cehaletle kınardık ama ne yazık ki kalem erbabı bazı muhafazakârlarda da şaşkınlığın sonu yok. İki yönlü bir şaşkınlık bu. Birincisi, geçmişte olan herşeyi din ile bir tutmak, ikincisi de dini değil başka şeyleri referans almak... Bu şaşkınlık ve yönsüzlük pek çok yerde, pek çok sözde, pek çok işte kendini gösteriyor.
İnkârcılar ürkmesin diye
Yıllar evvel makam sahibi bir tanıdığım, meşhur bir ilahiyatçıyı evine sohbete çağırmıştı. Bizi de davet etti. Otuza yakın insan toplanmış. Ben hocanın ismini önceden biliyordum ama kendisini ilk defa görüyordum. Açıkçası ilmî derinliğine dair hüsn-i zannım da vardı. Ama yine biliyordum ki bu zat zaman zaman ehl-i sünnete aykırı fetvalar veriyordu. Ev sahibi olan kişi hocaya çok hürmet ediyordu. O sıralarda Paris’te Charlie Hebdo katliamı olmuştu. Batı’nın kronik İslâm düşmanlığı bu vesileyle bir kere daha azmıştı. Sohbette konu bu meseleye, İslâm düşmanlığına geldi. Ev sahibi kişi hocaya şöyle bir soru sordu:
– Birleşmiş Milletler’de bir karar aldırsak, bütün dinlere hakareti insanlık suçu olarak kabul ettirsek nasıl olur? Hoca;
– Vallahi iyi olur. Ama o zaman bizim Kitabımız’daki bazı ayetleri de “parantez içine” almak gerekir, dedi.
Ben dondum kaldım. Malum, parantez içine almak demek ana mesajın, asıl söylemin dışına almak, göz ardı edilebilir hale getirmek demek. Hemen hocaya sordum:
– Hocam, yanlış mı duydum acaba? Ayetleri parantez içine almak mı dediniz?
– Evet evet, dedi Hoca; çünkü bazı ayetlerde yahudileri ve müşrikleri zemmeden ağır ifadeler var. Hani “müşrikler bir pisliktir” gibi ayetler mesela...
Canım iyice sıkıldı.
– Hatırladığım kadarıyla Kitabımız’da ayetleri parantez içine alanlarla ilgili Allah Tealâ’nın büyük tehditleri var, dedim.
Burada kastettiğim Bakara Suresi’nin 174. ve 175. ayetleri. Meali şöyle: “Allah’ın indirdiği kitabın bir bölümünü gizleyenler ve onu az bir karşılık için satanlar yok mu! Onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Allah kıyamet gününde onlarla konuşmayacak, onları arındırmayacak. Onlar için acı bir azap vardır. Onlar, doğru yol karşılığında sapkınlığı, mağfiret karşılığında azabı satın almış kimselerdir. Ateşe ne kadar da dayanıklılarmış!”
Hoca hiç tınmadı, aynı şeyi tekrarladı:
– Hayır, hayır. Beni yanlış anladınız. Ben sadece bazı ayetlerden bahsetmeyiz demek istedim...
Hoca konuştukça batıyordu. Artık iyice öfkelenmiştim. “Beyefendi” dedim; artık “hocam” demedim çünkü bu şuursuz sözler artık onun hoca sıfatına layık olmadığını göstermişti.
– Yahudiler ve hıristiyanlar da Allah’ın ayetlerini paranteze alarak dinlerini tahrif etmediler mi? Yoksa onların rahipleri, hahamları ellerine bir silgi alıp mukaddes kitaplarındaki ayetleri silmediler. Dini tahrif önce “tahsis” ile başlar. Yani Rabbimizin genele yönelik hükümlerini birilerine has kılıp, kendilerini ve diğer bazı insanları muaf tutmakla başlar. Rahipler ve hahamlar ayetlerin hükümlerini önce paranteze aldılar. Mesela “Allah’ın faiz yasağını ticaret yapanlara anlatamayız” dediler, bu ayetleri gizlediler. “Allah’ın tesettür emrine kadınlar direniyor” dediler, bu emri rahibeler gibi bazı kadınlara mahsus kıldılar. Dinlerini böyle böyle bozdular, dedim.
Sonra “bu ne rezalet” dercesine ellerimi iki yana açtım ve sustum. Benden sonra başka bir arkadaş, hocaya Kur’an-ı Kerim’deki hükümlere nasıl bakmamız gerektiğine dair bir soru yöneltti. Aslında bunu, benim uyardığım hususun sağlamasını yapmak için sormuştu. Hoca yine aynı minvalde bir cevap verdi. Artık çok sıkılmış, çok bunalmıştım. Ama ev sahibine nezaketsizlik olmasın diye çıkıp gitmedim. Sohbet bitince diğer davetlilerle beraber evden çıktık. Bahçede bazıları yanıma gelip bana, “Allah razı olsun abi. Adam zırvaladı sen de haddini bildirdin.” deyince patladım: “İyi de gençler, sizin imanınız yok mu? O hoca itikada aykırı şey söyleyince size de uyarmak görevi düşmüyor mu? Sadece toplumu değil, dini de ifsat ettiniz!” dedim, orayı terk ettim.
Dini araç haline getirmek
“Parantez” eski Yunanca kökenli bir kelimedir, tam anlamı “kenara koymak” demektir. Bu hocanın parantezi ise kâfirleri değil dini kenara koymaktır. Allah Tealâ’yı değil, Batılılar’ı hoş tutmaktır. Gayesi Allah Tealâ’yı değil, küfür ehlini memnun etmektir. Bunu güya “maslahat ve siyaset” kılıfı içine sokuyor. Günü kurtarmak, dünyalık menfaati sağlamak için Batılı’ya ağır gelecek bazı ayetleri gizlemeyi teklif ediyor.
Bunun gibi bir kısım kulların rızası için dini yorumlayanların açtıkları ve açacakları parantezler bitmez. Buradaki paranteze alma isteği Allah Tealâ’nın ayetlerini araç haline getirmek demektir. Din araç haline gelince de insanların kötü niyetlerinin ve hesaplarının kılıfı oluverir. Neticede dinden bahsedilir ama dinin kendisi görünmez olur. Nitekim bu bahsettiğim hoca da zaten bir kısım haramlara aynı parantez mantığıyla cevaz verip duruyor.
Yaşadığım bu olay maalesef günümüzdeki çok tehlikeli bir durumun göstergesi. Bu “parantezci kafa” maalesef çok yaygın. Kimisi ayetleri böyle paranteze alıyor, kimisi Allah Tealâ’nın apaçık hükümlerinden utanıyor, kimisi ayetleri eğip bükmeye çalışıyor, kimisi Türkçe mealden bakıp hüküm vermeye kalkışıyor, kimisi kafasına yatmayan hükümleri yok sayıyor!
Şunu da söyleyelim: Bu hoca az bilen birisi değil. Ama bilmesinde Allah Tealâ’nın rızası yok. Bilmesi onu Rabbi’ne yaklaştırmamış. Nefsinden kurtaramamış. Demek ki böyle bilmek hayırlı değil. Çoğu bilenlerimizin durumu maalesef böyle. Bilgi var ama bilinç yok, bilgelik yok. Halbuki bilinç de, bilgelik de Allah Tealâ’ya tam iman ve teslimiyetle elde edilir.
En büyük bilgi Allah Tealâ’yı bilmektir. O’nu bilen muradını, rızasını da bilir. Hükümlerine saygı gösterir ve uymaya gayret eder. Böylece hayırlı bir kul, güzel bir insan olur. Bizim âlim ve âriflerimizin ayırdedici özellikleri ilimleri kadar, belki ondan da fazla şahsiyetleridir, teslimiyetleridir. İlmi olup da ahlâkı olmayanların rehberlik ettiği, fetva verdiği, yol gösterdiği halktan ne beklenir? Rabbimiz, yahudilerin din adamlarıyla ilgili şöyle buyuruyor: “Onlardan birçoğunun günaha girmede, haksızlık etmede ve haram yemede birbirleriyle yarıştıklarını görürsün. Yapmakta oldukları şey ne kötüdür! Bari din adamları ve âlimleri onları yalan söylemekten ve haram yemekten men etselerdi. Bu yaptıkları ne kötüdür!” (Mâide 62, 63)
Kime göre, kim için konuşuyoruz?
Malumdur, “küfür” Arapça kök anlamı itibariyle “örtmek, saklamak, gizlemek” anlamındadır. Bu yüzden Câhiliyye döneminde Araplar çiftçiye “kâfir” derlermiş. Çünkü çiftçi tohumu toprağın altına gömer, gizler. Demek ki kâfir Allah Tealâ’yı yok sayıyor, görmezden geliyor, paranteze alıyor. Bir mümin nasıl Allah Tealâ’nın hükümlerini bilir de yok sayabilir? Onları açıklamaktan, onlara uymaktan nasıl geri durabilir?
Müslümanlar olarak iki asırdır “güç” peşindeyiz. Bunu din için yaptığımızı iddia ediyoruz. Fakat amaç ve araç kısa sürede yer değiştirdi. Gücü ne için istediğimizi unuttuk. Onun için gücü tanımlarken de elde ederken de kullanırken ve meşrulaştırırken de maalesef dinimizin hükümlerinin dışına çıktık. Gücü ve güçlüyü dinine imanına, ahlâkına bakmadan üstün görüyoruz.
Bunun için bazılarımız İslâm’ı Batı’ya anlatırken mümince davranmıyor. Onlara göre anlatmaya başlıyor. Bu, onların anlayabileceği seviyede ve tarzda anlatmak demek değil. Aksine, dinimizi onların dünya görüşüne, felsefesine, makbul gördüklerine uydurmak şeklinde oluyor. Evrimi, laikliği, rasyonel akılcılığı, modern bilimciliği, piyasayı, kapitalizmi Batılı bizden ürkmesin diye dinimize yamamaya başlıyoruz. Aktardığımız da, sakladığımız da böyle oluyor. Paranteze almak da bunun bir parçası. Beyanımız da, meramımız da İslâm’a göre değil, başkalarına göre şekilleniyor. İslâm’ı başka bir şeye benzetmeye başlıyoruz. Bu sırada biz de başka bir şeye benzemeye başlıyoruz. Yazılarımızda, konuşmalarımızda, vaazlarımızda dinden çok bahsediyoruz ama üstümüzde dinin rengi yok. Bir şeye dönüştük ama bu iki asır önce hedeflediğimiz şey değil. Yola başlarken tutturduğumuz niyet de hedef de şaşmış durumda.
O zaman her kulun yapması gerektiği gibi hemen tevbe etmeli, tashih-i niyet ile, yani niyetimizi düzelterek, kula yaraşır işler yapmaya başlayarak yolumuza dönmeliyiz. Parantezlere, “ama”lara, istisnalara, “köprüyü geçene kadar”lara bakmamalıyız. Gücümüzle de güçsüzlüğümüzle de kendimiz, yani kul olmaya başlamalıyız. Gerçek gücümüzün aslında imanımız olduğunun farkına varmalıyız. İşte ancak o zaman mümin, kul, adam olma şerefine nâil oluruz.
İhsan Eyle
İlâhî dilerim senden
Bize lütf u ihsân eyle.
İçir aşkın şarabını
Bizi mest ü hayrân eyle.
Al gitsin gafleti benden
Ref-i hicâb eylegaflet örtüsünü kaldır cândan
İki cihan sevgisinden
Soyup bizi üryân eyle.
Yoldaş etme nâşîham kimse ile
Sana münkir kişi ile
Yakup aşk ateşi ile
Bağrımızı büryân eyle.
Yoluma yoldaşlar eyle
Hâlime haldaşlar eyle
İlâhî dervişler eyle
Dizârınıcemalini seyrân eyle.
Ben sakınmazam bu cânı
Tek bulsunlar bunlar seni
Var imdi Ümmî Sinânı
Yollarına kurbân eyle.
Ümmî Sinan kuddise sırruhû (v. 976/1568)