Yıl 1999, lise ikinci sınıftayım. O yıllar küçük bir ilçede çalışıyor babam. Okuldan sonra gidecek başka bir yer olmadığından sık sık babamın işyerine gidip orada zaman geçiriyorum.
Yine böyle bir gidişimde babamı elindeki bir dergiyi karıştırırken buldum. Derginin kapağında sisli ufukta bir tepe üzerinde tek minareli bir cami ve ötesinde yine adeta bir deniz gibi sonsuzluğa uzanan bulutlar. Semerkand’ın ilk sayısından bahsediyorum. Mutluydu babam, sanki uzaklardaki bir dostundan mektup almış gibiydi.
Sıkıntılı yıllardı. Adına “postmodern darbe” denilen, etkisinin bin yıl süreceği söylenen bir darbenin olanca ağırlığı vardı herkesin üzerinde. Oysa yüzlerce yıllık irfan geleneğinin vakarıyla “her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası” der gibiydi Semerkand’ın ilk sayısı.
Dergi o yıllar posta ile geliyordu, postanın durumu ise malum. Bekle ha bekle! Bir yardan, bir dosttan mektup gelmesini beklemek gibiydi. Öncesinde pek çok farklı dergi girmişti evimize. Fakat Semerkand bambaşka duygularla beklenirdi. Gelince de şevkle, hasretle okunurdu. Başyazı, Hâl Dili, Tavan Arası ve diğerleri yıllar içinde değişen kalemlerine rağmen hep aynı ruhu yansıtan yazılara ev sahipliği yaptı. İnce elenip sık dokunduğu her halinden belli bir özenle...
Yirmi iki yılda diğer dergi kardeşleriyle nice kıymetli konuları işledi Semerkand. Bir yayınevi olarak nice kıymetli eserin basılmasına vesile oldu. Yıllar içinde serpilip büyüyen bir ilim menbaı artık, hamdolsun. Derginin çıkmasını irade eden nesli pâk bir büyüğümüzün o yıllarda dediği gibi; “okunsun diye” yola çıkan ve yoluna devam eden bir dergi.
Dost meclislerinde “bu ay dergide şu konuyu okudum” diye başlayan sohbetlerin odağı idi Semerkand. “Kurban, en azından başyazıyı oku” diyerek, okumada biraz tembellik edenlerimize çıkışırdı büyüklerimiz. Dergileri hoşça vakit geçirme aracı olarak görmeme rağmen Semerkand’a bu nazarla pek bakamadım. Çünkü birkaç okumadan sonra öyle gelişi güzel okunacak bir muhtevası yoktu derginin. Her okuduğumda kafama takılan bir meselenin cevabını bulduğumu görürdüm. Bunda bir olağanüstülük yoktu aslında, biz öyle ilimden uzaktık ki... Dergimiz her sayıda azar azar bu eksikliği gidermenin yolunu açıyordu. Elhak, hâlâ öyle.
Yine o yıllara dönersek Semerkand evimizin bereketi oldu bir zaman sonra. İkinci bir dergi olarak Semerkand Aile girdi evimize ve huzurlu, mutlu bir aile olmanın nice sırlarını öğretti. Bu sefer eşler arasında “dergide okumuştum” diye başladı cümleler. Aile olmanın, iyi bir aile olmanın ne demek olduğunu anladık. “Aile Saadeti”miz bu dergiyle geldi.
Bir zaman sonra başka çiçekler açtı bahçemizde. Yaşadığımız dünyada olan bitenleri, kendi irfan köklerimizi anlamamız için dünle bugün arasında bir köprü oldu Mostar. Ve yeni fetihlere, keşiflere açılan bir pencere. Öyle ya dünyayı tanımak gerekiyordu. Mostar, dünyayı ve içindekileri kendi değerlerimiz ekseninde anlamanın imkânlarını sundu.
Sonra Genç Okur ve değişen isimleriyle çocuk dergilerimiz. Fidanını sulamayan meyvesini yiyemez. Evlatlarımıza tertemiz, şifalı bir pınar oldu bu dergiler.
Semerkand ve kardeş dergilerin hassasiyeti hususiyetinden geliyor. Gönlümüze, evimize, sohbet meclislerimize Buhara ve Semerkand erenlerinin çağları dirilten nefeslerini, Rabbânî âlimlerin ilmini, irfanını getiriyor. Neredeyse çeyrek asıdır.
Peki, bize düşen ne? Başlıkta söyledik efendim, derdimiz dergimiz olmalıdır biraz da. Adresine ulaştırılması gereken bir mektup verilmiş elimize, ne yapmamız gerekir? Üstelik bu kıymetli mektubun ilk muhatabı kendimiziz. Öyleyse önce biz açıp okumalıyız; mesaj nedir, dert nedir, derman nedir, görmeli ve düşünmeliyiz. Sonra da başka muhataplarına ulaştırma vazifemiz var, bunu da ihmal etmemeliyiz.