Aramak

İşlerin İçi Dışı

Cenâb-ı Mevlâ’nın bizleri mükellef kıldığı ibadetler bir takım zâhirî şartlara bağlı kılınmıştır. Bunlar ibadetin belirlenmiş zamanı, mekânı ve miktarıdır. Her ibadet kendisi için belirlenmiş bu ölçülere göre ifa edilir.

Ancak ibadetlerin kıymet ve makbuliyet şartı sadece bu şartların yerine getirilmesinden ibaret değildir. İbadeti ibadet yapan görülemeyen, sayılamayan, ancak kişinin kendisinin ve Rabbi’nin bildiği bir öz vardır. O öz olmayınca sadece zâhir şartlara riayetle yapılan ibadet cansız beden gibidir. O öz ihlâstır, huşûdur, takvadır, kalbin Rabbi’ne tam bir teslimiyetle yönelişidir.

Mesela kurban ibadetine bakalım: Cenâb-ı Mevla müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur: “Bu hayvanların ne etleri ne kanları Allah’a ulaşacaktır. Fakat O’na sadece sizin takvanız ulaşır.” (Hac 37)

Tefsir âlimlerimiz ayet-i kerimeyi şöyle açıklamışlar: “Siz Allah’ın rızasına kurbanlık hayvanların etleri ve kanlarıyla ulaşamazsınız. O’na sadece takvanızla, ihlâsınızla ve sadece O’nun rızasını hedefleyip kurban keserek ulaşabilirsiniz.”

İslâm’ın kurbanını başka inanç ve kültürlerdeki kurban geleneğinden ayıran husus işte budur. Kurban Allah’ın adı zikredilerek kesilir, kanı Allah için akıtılır. Etlerinden fakirlere de sadaka verilir. Bu zâhir yeterli değildir. Ayet-i kerimede buyurulduğu üzere ibadetin zâhirî şartlarına riayet ederken özünü muhafaza etmek, takvanın bir tezahürü olarak ifa etmek gerekir.

Yine mesela namazın zâhir şartları ve rükünleri vardır. Fakat İmam Gazâlî rahmetullahi aley buyurduğu üzere bir de bâtınî rüknü vardır ki namazı namaz yapan odur. O rükün huşûdur.

İbadetlerimizde olduğu gibi günlük hayatımızda da her işimizin zâhirinin kural ve kaidelere uygun olması kadar bâtınının da rıza-i ilâhîye muvafık olması lazımdır. İşlerin sâlih amele dönüşmesi için ihlâsla mayalanması gerekir. Sadece zâhirde kalmak, yapıp edilenleri sadece zâhire göre değerlendirmek zamanla özün yitirilmesine sebep olur.

İç ve dış dengesini korumak ince bir terazi gerektirir. Bu terazinin bir tarafı “kemiyet” diğer tarafı “keyfiyet”tir. Kemiyet sayı demektir. Bir işi sadece sayısına, çokluğuna, görünüşünün kural ve kaidelere uygunluğuna göre değerlendirmek kemiyete göre iş yapmak olur.

Keyfiyet ise görünmeyen, sayılamayan ama yapılan işe asıl mahiyetini kazandıran manevi unsurlardır. Bedende can gibi... Can keyfiyettir, o olmadığında beden cesetten ibarettir. Niyet, ihlâs, takva, istikamet, sıdk gibi maneviyatımıza dair hasletler keyfiyete dairdir. Keyfiyet olmadan kemiyet işe yaramaz. Keyfiyetten kopmuş bir kemiyet, maksadından ve manasından kopmuş demektir.

Âhir zamanda yaşıyoruz. Bu zamanın da görünüşe ve sayıya, yani her şeyin maddi kısmına en fazla itibar edildiği dönemindeyiz. Böyle bir zamanda özü muhafaza için yapabileceğimiz en güzel şey hafızamızı tazelemek, kimliğimize bağlanmak olacaktır. Fahr-i Kâinat Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin hayatına ve ashabı ile muamelesine bakmak bu hususta eşsiz imkânlar sunar.

İslâm’ın ilk yıllarında müminler büyük zorluklar yaşadı. İman edenlerin büyük çoğunluğu fakir ve kimsesiz insanlardı. Bazıları da köleydi. Sayıları yani kemiyetleri azdı. Bu durum müşriklerin alay konusu olmuştu. Onların fakirlikleri ve sosyal konumları ile alay ediyorlar, küçümsüyorlardı. Ancak bu fakir ve kimsesiz sahabilerin her biri birer iman, ihlâs ve muhabbet âbidesi idi.

Onların bu maneviyatı İslâm’ın en uzak diyarlara yayılmasına vesile oldu.

Medine-i Münevvere’de de kemiyet adına hiçbir şeyi bulunmayan nice sahabi vardı. Özellikle Suffe Ashabı çoğunlukla aç yaşıyordu. İmkânı olanların getirdikleri ile yetinmek zorunda idiler. Bazen bir avuç hurma, bazen bir tas süt... Fakat o sahabiler o kemiyetsizlik içinde ulvî bir keyfiyetin nurunu sinelerinde taşıdılar. Ve onu öyle büyüttüler ki kıtalar ve çağlar o nurla aydınlandı. Bugün yolumuzun, gönlümüzün ışığı hâlâ o nur.

İşte bu kemiyet çağında bu keyfiyeti hatırlamak, neyin önemli ve değerli olduğunu idrak etmek demek. Yapmanın ve başarmanın kutsandığı bu dünyada yolda olmanın ve istikamet üzere bulunmanın kıymetini anlamak demek. Zaferle değil, seferle emrolunduğumuzu bilmek demek.

Allah dostlarının daima hatırlattığı üzere bizim ilk keyfiyetimiz niyetimiz. Niyet bir yöneliş ve karar. Bir işe başlanmış, bir yola çıkılmış ise bir niyet var demektir. Bu niyete mündemiç yönelişe göre işler kıymet bulacak.

İşlerimizde ibadetlerimizde, hizmetimizde münasebetlerimizde kalbimiz kime, nereye yöneliyor? Güzel niyetleri iptal eden riya ve gösteriş, kemiyetle övünüp kibre kapılmak gibi arızalardan gerçekten uzak mıyız? Yapıp ederken, süreç içinde arada bir başa dönüp samimi bir murakabe ile özü muhafaza edip etmediğimizi denetliyor muyuz?

İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh, farz ilimleri anlatırken itikat ve amel ilminin yanında kalbi kontrol etme ilminden de bahseder ve bu ilmi kitaplardan değil, Allah dostlarından öğrenebileceğimizi söyler. Tasavvuf yolu bunun için vardır.

Dünya hayatı zorluklarla doludur. Cenâb-ı Mevla insanoğlunu hayra ve şerre meyilli yaratmış, yolu üzerine türlü imtihanlar koymuştur. Allah dostlarının izinde yürüyenler, gayretlerini boşa çıkaracak, bunca işi manen iptal edecek tehlikelerden kaçınmış olur.

İmam Kuşeyrî rahmetullahi aleyh şöyle buyurmuştur: “Hak katında, zâhirde yapılan işler dikkate alınmaz. Bu işler bedenle veya malla veya her ikisiyle yapılsın, aynıdır. Amelde dikkat edilecek nokta, onun ihlâsla, sadece Allah rızası için yapılmış olmasıdır. Kul azalarıyla amel ederken ihlâslı olur ve kalbinde Allah Tealâ’dan başka dikkate aldığı kimse kalmazsa o amel kabul edilmeye layık olur. Amelin sahibi, işinde sadece Hakk’a yöneldiği için ilâhî yakınlığa ulaşır.”

Fahr-i Kâinat Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin bir hadis-i şerifi ile bitirelim: “Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. O sizin ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr 34)

Tevfik ve inayetiyle…

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy