HÂL
Hâl kelimesi sözlüklerde “durum, tavır, bir şeyin değişmesi, dönüşmesi, başkalaşmaya uğraması” gibi manalara gelir. Dinî/tasavvufî manası ise, meşhur lügatçimiz Râgıb el-İsfahânî’nin tarifiyle şöyledir: “Hâl, insana mahsus olup; nefsindeki, cismindeki, bedenindeki ve kendine kattıklarında değişen, değişime uğrayan hususlardır.” Sûfîler genellikle hâli ilâhî bir hediye olarak kalbe gelen neşe, keder, hüzün, heybet gibi manevi durumlar olarak zikreder. Hâlin ana özelliği geçici olmasıdır. Zaten bu özelliği ile “makam”dan ayrılır. Çünkü makam, kulun gayreti ile elde ettiği havf, fakr, sabr ve tevekkül gibi kalıcı manevi durumlardır.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin, “Kalbimi bir örtü bürür de onu kaldırmak için günde yüz defa Allah Tealâ’dan af dilerim.” (Müslim, Zikir, 12) hadis-i şerifini Ebu Ali Dekkak kuddise sırruhû şöyle açıklar: “Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem hâlleri itibariyle sonu olmayan ve daimî bir yükseliş durumunda idi. Bir hâlden daha yüksek bir hâle ulaştığında eski hâlini mülahaza eder, yeni hâline nazaran eski hâlini bir örtü kabul ederdi.”
Hz. Yakub aleyhisselama, oğlu Yusuf aleyhisselamın kokusunu ta Mısır’dan almasına rağmen neden çok daha yakında olan kuyuya atıldığı yerden alamadığı sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: “Bizim hâllerimiz cihanın şimşeğidir. Kâh parlar, kâh söner.” Sûfîler de bu sebeple hâllerin şimşekler gibi olduğunu söylemişlerdir. Bir anda ortaya çıkar, bir anda kaybolur.
İmam Hücvirî kuddise sırruhû hâli şöyle tanımlar: “Hâl, kulun kalbine Allah Tealâ’dan gelen manadır. Kul, feyz geldiğinde ne kadar çabalasa da onu kendisinden uzaklaştıramaz. Kendisinden uzaklaştığı zaman da ne kadar çabalasa geri getiremez.”
Anlaşılıyor ki hâller, Cenab-ı Hakk’ın lütfu ve keremi sonucu kula bahşedilir. İzzedin Kâşânî kuddise sırruhû hâli şöyle açıklar: “Sûfîlerin nezdinde hâlden kasıt, zaman zaman ulvî âlemden sâlikin kalbine inen ve bu gidiş gelişin sonunda onu ilahî çekim (cezbe) kemendi ile aşağı makamdan yüce makama çeken feyzdir.”
Şihâbeddin Sühreverdî kuddise sırruhû hâlin makama dönüşebileceğini şöyle ifade eder: “Hâl, değişme hususiyeti gösterdiği için ‘hâl’ diye, makam ise değişmediği, istikrar bulduğu için ‘makam’ diye isimlendirilir. Bir şey özü itibariyle hâl olur, sonra makama döner. Kulun kalbinde kendini hesaba çekme (muhasebe) hissinin doğması, sonra nefsaniyetin hâkim olması ile bu hissin kaybolması, yine bunun bazen ortaya çıkması ve bazen kaybolması gibi... Kul, muhasebe hâlini devam ettirirse, bu durum devamlılık kazanır. Nefsanî sıfatların ortaya çıkmasıyla muhasebe hâlinin ortadan kalkması, ilahî yardımın gelmesine kadar devam eder. Cenab-ı Hakk’ın yardımıyla muhasebe hâli kula hâkim olur ve nefs mağlup edilir. Muhasebe hâli bütün tesiriyle onu kuşatır, nefsin vatanı, istikrar yeri ve makamı olur. Diğer hâl ve makamlar da böyledir.”
Hâce Abdullah Ensârî kuddise sırruhû hâllerin on bölüme ayrıldığını söyler ve şöyle sıralar: “Muhabbet, gayret, şevk, kaygı, manevi susuzluk, vecd, dehşet, tutku, ilahî ilham ve zevk...” Ebu Nasr Serrâc kuddise sırruhû ise hâlleri “murakabe (iç denetim), kurb (yakınlık), muhabbet, havf (korku), recâ (ümit), şevk, üns (Cenab-ı Hakk’la ferahlık), itminan, müşahede ve yakîn (şüphesizlik ve tereddütsüzlük)” olarak sıralamıştır.
Hâce Abdullah Ensârî kuddise sırruhû insanın esas itibarıyla üç hâl içinde bulunduğunu şöyle anlatır: “İnsan için üç hâlden başkası yoktur. Ya itaat ve ibadet hâlindedir, ki bu takdirde fayda sağlayacaktır. Ya gaflet içindedir, ki bu takdirde ziyan edecektir. Ya da isyan içindedir, ki bu takdirde pişman olacaktır. Kul için Kur’an-ı Kerim’den daha hayırlı bir nasihat verici var mıdır? Mevlâ’dan daha hayırlı nasihat eden kimdir? İmandan daha kutlu sermaye hangisidir?”
Tasavvufta, “hâl ehli” ve “kâl ehli” olarak iki gruptan bahsedilir. Kâl ehli tasavvufî terbiyeye girmemiş yahut nefsini terbiye etmemiş ve böylelikle manevi hâllere ulaşmamış ama yine de tasavvuf hakkında konuşan kimselere denir. Hâl ehli ise ilâhî inceliklere vâkıf olmuş (marifet sahibi), nefsini terbiye etmiş ve böylelikle O’nun yakınlığına ermiş kişiler için kullanılır. Burada hâl sahibi velî anlamında kullanılmıştır. “Hâle gelmek” ya da “hâl geçirmek” tabiri ise sûfînin manevi bir sebeple kendisinden geçtiği veya cezbeye tutulduğu zamanlarda kullanılır.
Ebû Nasr Serrâc kuddise sırruhû hâllerin sûfîye özel olduğunu şöyle açıklar: “Her hâlin bir ehli ve kendine ait tabakaları vardır. Hâl ehli olan kimselerin de hakikatleri, müşahedeleri, dereceleri, sırları ve içtihadları başka başka olur. Dereceler ve makamlar birbirinden ayrı, iradeler farklıdır. Hâl ehli; irade kuvveti, bocalamaya karşı durma ve vecdin galebesi noktasında da çeşitli derecelerdedirler. Her biri için Allah Tealâ’nın kendisine taksim ettiği nispette bir sınır ve makam, bir ilim ve açıklama vardır.”