Râgıb el-İsfehânî rahmetullahi aleyh, hayli geniş anlamı olan “hikmet” kavramını, “bilgi ve işler bakımından doğruya isabet etme, ulaşma” olarak açıklar. Ayrıca şunları ilave eder: Hikmet Allah Tealâ’ya izafe edildiğinde “her şeyin tam ve eksiksiz bilgisine sahip olmak; onları en olması gerektiği biçimde var etmek, yaratmak” demektir. İnsana izafe edildiğinde ise hikmet; “varlıkların hakikatine vâkıf olmak ve hayırlı işler yapmaktır.” Yine sözlüklere baktığımızda hikmetin; Kur’an-ı Kerim’deki ayet-i celilelere nüfuz etmek, onları hayata aktarmak; varlıklarda ve hadiselerde Cenab-ı Hakk’ın tecellilerini görmek, söz ve davranışlarda isabetli olmak şeklinde tanımlandığını görürüz. Abdullah el-Ensârî kuddise sırruhû da hikmeti, “Bir şeyi olması gerektiği şekilde yapmanın hükümleri” olarak açıklar. Kur’an-ı Kerim’de mealen, “Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse ona pek çok hayır verilmiştir. Ancak (gerçek) akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.” (Bakara 269) buyurularak hikmetin ne kadar önemli olduğu vurgulanmıştır. İbn Acîbe el-Hasenî hazretleri rahmetullahi aleyh bu ayet-i kerimenin tefsirine hikmetin tanımını yaparak başlar. Hikmetin “dinde derin bilgi ve anlayış sahibi olmak, işlerde basiretle hareket etmek” olduğunu söyler ve sözlerine şöyle devam eder: “Kime hikmet verilmişse ona büyük hayır verilmiştir. Çünkü o iki dünyanın hayrını elde etmiştir. Hiç şüphesiz kim Allah Tealâ ve hükümleri hakkında gerçek ilme ulaşır, amelini O’nun emrettiği şekilde sağlam ve güzel yaparsa, kalbi arınır, sırrı temizlenir ve gerçek akıl sahibi olur.” Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de, “Hikmetin başı Allah korkusudur.” ve “Hikmet müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa alır.” gibi birçok hadis-i şerifiyle hikmetle ilgili tavrımızın çerçevesini belirlemiştir. Sûfîler genel olarak hikmeti, “her durumda Hak Tealâ’nın tecellilerini müşahede etmek” olarak açıklarlar. İmam Kuşeyrî kuddise sırruhû ise “Hikmet, hakka çağıran duygunun hâkim olmasıdır” der. Böylece her türlü nefsanî ve şeytanî yönelimlerin engellenmesinin, her hususta Cenab-ı Hakk’ın emrine tam riayetin hikmet olduğunu söyler. İbn Arabî hazretleri kuddise sırruhû hikmeti, “her şeye kendi hakikatine göre hakkını vermek ve her şeyi yine kendi hakikatine göre yerli yerine koymak” olarak tanımlar. Bu tanım aklımıza adalet ilkesini getirir. Çünkü adalet de her şeyin hakkını vermektir. Zıddı ise zulümdür. Şu halde kendisine emanet olarak verilen maddi ve manevi donanımı günah işlerde kullanan kişi hikmet yolunu terk etmiştir; kendisine zulmetmektedir. Çünkü insanın her bir donanımı ne için yaratılmışsa o işte kullanmak gerekir. Allah Tealâ’nın güzel isimlerinden biri de “el- Hâkim”dir. Hâkim, hüküm ve hikmet sahibi demektir. Kur’an-ı Kerim’de, “O, bütün kullarının üstünde hükmünü icra edendir. O, hâkimdir, her şeyden haberdardır.” (En’âm 18) buyurulur. Bu ayet-i kerimede, Hak Tealâ’nın zerreden kürreye bütün varlıklardan haberdar olduğu, O’nun izni olmadıkça hiçbir şeyin gerçekleşmediği, her hüküm ve kararının doğru ve isabetli olduğu, asla hataya düşmediği ve hükmettiği her şeyin bizatihi hikmet olduğu anlatılmaktadır. İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh hazretleri Allah Tealâ’nın “el-Hâkim” ism-i şerifinin manasını şöyle açıklar: “Hikmet, en üstün bilgiyle en üstün olanı bilmekten ibarettir. En üstün, en yüce olan Cenab-ı Hak’tır. O’nun tamamını kendisinden başkası tam manasıyla bilemez. Gerçek hakîm O’dur. Çünkü en yüce şeyleri en yüce bilgiyle bilen O’dur. En yüce bilgi, yokluğu tasavvur olunamayan daimî ve ezelî bilgidir.” Abdullah el-Ensârî kuddise sırruhû hazretleri hikmetin “görmek, söylemek ve yaşamak” olmak üzere üç derecesi olduğunu belirtir ve şöyle devam eder: “Hikmetin görmek derecesi; bir şeyi o şeyin layık olduğu şekliyle tanımak, o şeyi layık olduğu yere koymak ve her insanı, dış görünüşünden bile nasılsa öyle tanımaktır. Bu hikmetin özüdür. Hikmetin söylemek derecesi; her sözü yerinde söylemek, her sözün daha başlangıcında sonunu görmek ve zâhirinde bâtınını tanımaktır. Bu hikmetin binasıdır. Hikmetin yaşamak derecesi ise insanlarla olan muamelede şefkat ve umursamazlık uçları arasında dengede olmak; kişinin kendisi ile olan muamelesinde korku ile ümit arasında bulunmak; Hak Tealâ ile olan muamelesinde ise heybet ve üns arasında dengeyi muhafaza etmektir. Bu da hikmetin meyvesidir.” Hikmet sayesinde kişi doğru ile yanlışı, ilham ile vesveseyi birbirinden ayırır ve böylece söz ve işlerinde isabet sağlar. Hikmet aynı zamanda kâinatta ortaya çıkan işlerin arka planında olan manayı sezmektir ki, bunu ilahî sırlara ulaşmak olarak da ifade edebiliriz. Böylece kişinin gözünden perde kalkar ve şeylerin hakikatini görür hale gelir. Çünkü ayet-i kerimede de geçtiği üzere, “Kime hikmet verilirse ona pek çok hayır verilmiştir.” (Bakara 269)