Aramak

DERVİŞ BOHÇASI

Sözlüklerde; ikamet edilen yer, mertebe, menzil, ayaküstü durulacak yer gibi anlamlara gelen “makâm”, tasavvufî bir kavram olarak müridin gayret, mücahade ve çeşitli riyazetler sonucunda ulaştığı manevi derecelerdir. Makâmın ana özelliği kalıcı olması ve çalışıp kazanılmasıdır. “Hâl” ile farkı da burada ortaya çıkar. Hâl, kulun gayreti olmaksızın ilahî bir hediye olarak kalbe gelen neşe, keder, hüzün, heybet gibi manevi durumlardır ki, bunlar geçicidir.

Ebu Nasr Serrâc kuddise sırruhû makâmın, “kulun ibadet, mücahede, riyazet ve uzlet gibi hususlarda Cenab-ı Hakk’ın huzurunda bulunduğu manevi yer” olduğunu söyleyip şu mealdeki ayet-i kerimeyi aktarır: “... İşte bu, makâmımdan korkan ve tehdidimden sakınanlara mahsustur.” (İbrahim 14). Devamında ise tasavvufî makâmları şöyle sıralar: Tevbe, verâ, zühd, fakr, sabır, tevekkül, rıza... Makâmların sayısı hakkında farklı kaviller mevcuttur. Sayısını yüze çıkaran velîler vardır.

Sûfîler “makâm” kavramını açıklarken şu mealdeki ayet-i celileyi de örnek olarak verirler: “(Melekler şöyle derler:) Bizim her birimiz için bilinen bir makâm vardır.” (Sâffat 164) İbn Acîbe el-Hasenî rahmetullahi aleyh hazretleri bu ayet-i kerimeyi şöyle tefsir eder:

“İnsanoğlunun maddesi (vücut yapısı), meleklerin maddesinden daha mükemmeldir. Kul, kâmil bir mürşide varıp onun manevi terbiyesine girerek ruhunun ve sırrının arınmasına özen gösterirse nuru bütün varlıkları sarar, tevhid ve birlik sırlarının açıldığı manevi basamaklarda durmadan yükselir. Kendisine bu fani dünyada ve ebedî ahiret âleminde peşpeşe keşifler, ilimler ve sırlar akıp durur. Melekler ise böyle değildir. Allah Tealâ’nın belirttiği gibi, onların her birinin belli bir makâmı vardır, daha ileri geçemezler.”

İmam Kuşeyrî kuddise sırruhû ise makâmı şöyle tanımlar:

“Kulun tekrar ede ede kazandığı ve özelliği haline getirdiği edep ve ahlâktır. Bu edepler bir çeşit arayış ve isteyişle sıkıntılara göğüs gererek elde edilir. Şu halde bir kimsenin makâmı, içinde bulunduğu yerdir.” Bu tanımdan makâmın tekrar ede ede ve sıkıntılara göğüs gererek varılan bir yer olduğu ortaya çıkıyor. Öyle ki mürid, sürekli tekrarla bunları ahlâkı haline getiriyor.

Mürid, içinde bulunduğu makâmın hakkını vermeli, gayret ve çalışmasını asla bırakmamalıdır. Yoksa bir sonraki makâma geçemez. Bu konuda Hücvirî kuddise sırruhû şöyle der: “İnsanoğlunun gücü yettiği kadar kemâle ulaşması için o makâma hakkıyla riayet etmesi ve hakkını vermesi gerekir. Kulun bir makâmın hakkını ödemeden o makâmı geçmesi caiz olmaz. Mesela makâmların ilki tevbedir, sonra inâbe, sonra zühd, sonra tevekkül ve diğerleri gelir.”

İbn Fûrek rahmetullahi aleyh manevi ilerlemenin keyfiyetini anlatırken müridin hakikate ulaşmasının yedi yolla gerçekleştiğini söyler:

  • Hedefinden kendisini alıkoyan şeylerden alakayı kesmek.
  • Cânu gönülden çaba sarfetmek.
  • Manevi yolculuğunda ortaya çıkan her türlü sıkıntıya tahammül etmek.
  • Allah Tealâ’nın rızasının ve hedefe ulaşmanın ancak ölümle olacağını bilmek.
  • Eriştiği küçük büyük her şeyin kıymetini bilmek.
  • Seyr u sülûkunda ne acele ne de gevşek davranmak.
  • Yürüdüğü yolda yürümeyen ve feyz aldığı manevi kaynaklarla irtibatı olmayanlarla arkadaşlık etmemek.

Bu yedi madde müridin içinde bulunduğu makâmın hakkını vermek ve bir üst makâma çıkmak için olmazsa olmaz şartlardandır.

Şihabüddin Sühreverdî kuddise sırruhû makâmı, “insanın kat ettiği manevi menziller” şeklinde açıklar ve bu menzilleri şöyle sıralar: “Menziller çeşitlidir. Birincisi emirleri yerine getirmek, yasakları terk etmektir. İkincisi nefsinin kusur ve ayıplarını bilmektir. Üçüncüsü ise nefsi, Allah Tealâ’nın katında kötülenip kınanan kusur ve ayıplardan arındırmaktır.”

İbn Acîbe el-Hasenî rahmetullahi aleyh hâl ve makâm arasındaki ilişkiyi şöyle açıklar: “Makâmlar öncelikle müridin, değişim göstermeleri sebebiyle hâkim olamadığı hâller olarak ortaya çıkar. Hâller yerleştikten sonra makâma döner. Mesela tevbe böyledir. Bir makâma (nasuh tevbe makâmı) dönüşünceye kadar önce (tevbe) edilir, sonra bozulur. Diğer makâmlar da böyledir.”

Yani önce hâl, sonra makâm gelir. O halde makâm hâlin karar kılmış şeklidir. Mürid ne kadar gayret eder ve nefsini terbiye etmek için çalışırsa, içinde bulunduğu hâli ilahî yardım ile makâma döndürebilir.

Ebu’n-Necîb es-Sühreverdî kuddise sırruhû makâmları genel olarak üç başlık altında toplar ve şöyle açıklar:

“Makâm-ı mürid (müridin makâmı): Mücahedelere ve zorluklara katlanmak, haz veren ve nefsinin yararına olan şeylerden uzak kalmaktır.

Makâm-ı mutavassıt (seçkin sûfînin makâmı): Arzu edilen şeyin istenilmesi sırasında korkunun büyüyüp gelişmesi, hallerde doğruluk ve samimiyetin gözetilmesi ve makâmlarda edebe uyulmasıdır.

Makâm-ı müntehî (en seçkin sûfînin makâmı): Bu makâm sahv (uyanıklık), temkin (makâmın sürekliliği) ve duaya Cenab-ı Hakk’ın icabetidir. Müridin bu halinde sıkıntı ve sehâ (kendisine cömertçe ulaşan ihsanlar), men (alıkoyma) ve atâ (verme), cefa ve vefa eşittir. Yemesi acıkması gibi, uykusu uyanıklığı gibidir. Onun hazları yok olmuş, geriye sadece hakları kalmıştır. Zâhiri halkla, batını Yüce Mevlâ ile birliktedir.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy