Aramak

Derviş Ömer

Anadolu’nun en güzel ayı mayıstır derler. Günün ilk ışıkları parlak olur ama yakmaz. Kırlar canlanır, yaban çiçekleri göz alır. Turfanda meyvelerle unutulmuş tatlar hatırlanır. Kutlamasak da Hıdırellez coşkusu sarar içimizi; belki bir gün biz de karşılaşırız Hızır aleyhisselamla diye geçer içimizden. Onun için kapımıza geleni, yardım isteyeni Hızır biliriz.

Böyle bir mayıs sabahı uzun bir yürüyüşten sonra soluklanmak için şirin bir kahvehanenin bahçesinde, yaşlı ama görkemli bir çınar ağacının altında oturuyorum. Biraz sonra kahvehanenin müdavimlerinden olduğu belli bir amca selam verip bir köşeye oturuyor. Çok eskilerden kalmış salaş ama temiz kıyafeti ile uzaklardan gelmiş kalender dervişlerini andırıyor. O söylemeden kahveci çayını getiriyor ve muzip bir edayla takılıyor:

– Ömer amca maşallah, bugün de yaşıyorsun!

Ömer amca belli ki böyle takılmalara alışkın. Pek tepki vermeden: – Eyvallah, bugün de yaşıyoruz Hamza ama nasıl yaşıyoruz kim bilir, diyor.

Ömer amcanın hali gibi kahveciyle konuşması da ilgimi çekiyor. Dikkat kesiliyorum. Bu arada kahveci Hamza yanıma geliyor, bir isteğim var mı diye.

– Bir sade kahve ile su. Bana düşmez ama şu gelen amcaya niye öyle söyledin Hamza?

– Sen buraya ilk defa geliyorsun herhalde abi. Merak etme, Ömer amca kızmaz böyle şeylere. Derviş Ömer derler ona, Allah’ın garibi ama bazen öyle laflar eder ki kalk altından kalkabilirsen. Bir de ikide bir “yaşıyoruz ama nasıl yaşıyoruz kim bilir” der. Onun için ona öyle dedim.

– Sohbet için yanına gitsem kabul eder mi acaba?

– Git abi, ama sohbet edeceğinin garantisi yok. Bir de para ister, sakın şaşırma.

– Para mı ister?!

Çok şaşırmıştım, üzerine konduramamıştım Derviş Ömer amcanın. Kahveci Hamza izah ediyor: – Yanlış anlama abi, laf olsun diye ister. Veren olursa da onunla kedilerine yiyecek alır. Ne yaparsın, Ömer amca da böyle bir cins adam işte.

– Öyleyse kahvemi onula içeyim ben, tabii kabul ederse.

Selam verip müsaade istiyorum Ömer amcadan. Selamımı ilgiyle almasından cesaret bulup hemen masasına ilişiyorum. Fakat Ömer amca şaşırtmaya devam ediyor:

– Sükût ikrardan gelir ama edep izin verilmeyi beklemektir. Her neyse, oturdun artık.

Aman Allahım, daha ilk kelamıyla silkeliyor Ömer amca. Neyse, artık oturmuştum. Ömer amcadan ne gelirse kabulümdü ama sohbeti nasıl başlatacağımı bilemiyordum.

– Eyvallah, kusuruma bakma lütfen, ne yaparsın bizim gibi zamânelerin halleri...

Ömer amca yüzüme şöyle bir bakıp gayet vakur, ders vermeye devam ediyor: – Zamanın ne suçu var ki her yapılan densizliğin adına zamâne işleri demişler! Bu gökkubbenin altında değişmeyen sadece insanoğlu. Bak dünya eski dünya mı ama insan hep aynı insan. Hep nisyan, hep isyan!

– Ömer amca neden insan hiç değişmez ki! Halbuki bebek olur, genç olur, yaşlı olur, fakir olur, zengin olur, âmir olur, memur olur... Ömrünün her çağında, her devirde farklı olmaz mı?

– At şu kutuya bir beşlik, vereyim cevabı ey zamâne, diyor Ömer amca tebessümle.

Hemen çıkarıp elli lira koyacak oluyorum. Ömer amca bu defa gürlercesine: – Düzeni bozma zamâne! Biz senden beş lira istedik, elli lira değil! Cömertlik yaptığını mı sanıyorsun? Kendinden istenilenden fazlasını verenin riyadan emin olması gerekir. Kalbini yokla bakalım sen ne haldesin?

Oturduğum taburede çakılıp kalıyorum. O devam ediyor: – Soruna gelince... İnsan demek beden ülkesine taht kurmuş nefs demek. Tek derdi şehvet ve şöhrettir. Bebek meme, çocuk oyuncak, genç eğlence, yetişkin mal, makam ve şöhret, yaşlı ise hepsini ister ama ne fayda! Tabiatı budur, değişmez yani, ister de ister ama ıslah edersen sıfatı değişir, Hakk’ı ister bu sefer.

– Nasıl yani Ömer amca?

– Üzüm şırasını bilmez misin? Şarap da ondan çıkar, sirke de. Asılları aynıdır ama biri şerdir, diğeri bereket. Hani Hazreti Ömer efendimiz müslüman olmadan önce kızını diri diri gömen ceberrut biriydi ama müslüman oldu, fakirlere sırtında erzak taşıdı. Zatı aynı ama sıfatları ayrıydı. İşte bunun gibi insanın da tabiatı aynı ama sıfatları ayrı.

Biraz nefesleniyor Ömer amca, ben susuyorum. Sonra hafif bir sesle: – Yani müslüman olmak lazım, müslüman! O da yetmez iman etmek lazım, iman!

Nasıl iman etmek lazım der gibi yüzüne bakıyordum ki Ömer amca devam ediyor: – Şimdiki insanların çoğunun imanı Kur’an-ı Kerim’de bahsedilen çöl bedevîlerininki gibi zamâne... İman kalpte değil dilde. Anadan atadan ne işittiyse onunla kalmış. Yani taklit! Halbuki iman kalp ile tasdik dil ile ikrar değil mi? Kalp ile tasdike dikkat zamâne! Şimdilerde insanlar akıl ile tasdikin ardına düştüler. Halbuki akıl delil arar. Akıl da delil getirir, Hannas da... Çık çıkabilirsen işin içinden! Hannas’ı merak ettiysen söyleyeyim, vesvese veren, şüpheye düşüren şeytan. Derler ki akıl delilin şahididir, kalp ise gaybın şahidi.

Ömer amca güya zaten bildiğim şeyleri söylüyor ama ilk defa duyuyormuş gibi şaşırıyorum. Öyle ya, kelime-i şehadet değil mi gayba imanın başlangıcı? Yani gaybın şahidi oluyorduk mümin olmakla.

– Gayba imanı nasıl anlamalıyız Ömer amca?

– Ah zamâne, güya zor bir soru sordun öyle mi? Mümin, yaratan Allah’ın sözünü kendi gözlerine tercih edendir. “Gözüm seni ve ahireti görmese bile beni de gözlerimi de yaratan sensin, ahiret vardır diyorsan doğrudur” der. Bu yolda rehberi de Hazreti Peygamber. Kim O’nun yalan söylediğini gördü ki, der.

Ömer amcanın şiir tadında cevabıyla mest oluyorum. İşte kalp ile tasdik buydu demek! Üstelik akıl da payına düşeni almıştı Hazreti Peygamber’i “el-emîn” bilerek.

– Neden insanlar sadece akıllarına, gözlerinse kulaklarına güvenir de kalplerini ihmal ederler Ömer amca?

– Ah evladım, bunun cevabı var elbette ama çok uzun. Hâlâ filozoflarla âlimler tartışır durur. Önce manevi kalbin varlığına inanmak gerekir. Kimi buna gönül dedi, kimi vicdan, kimi de ruh. Kalbin en iyi tarifini sûfîler yaptı. Tarif aynen hafızamda. Dediler ki “Kalp; ruh, akıl ve nefs gibi insana ait lâtifelerin ortasında, hem nefsten hem ruhtan gelen iyi kötü düşüncelere muhatap olan, hem onları idare eden komutan, hem de onları yansıtan bir aynadır.” Okumamış ama kalbi ile zikreden kul bunun farkına vardı da, kütüphane dolusu kitap okuyup ne yazık ki Rabbi’nden gafil olan kişi kalbi hiç anlamadı.

– Ya akıl? Bu işin neresinde Ömer amca?

– Evladım, aklı hafife mi aldığımı zannedersin? Kalp sultanının akıl gibi bir vezire ihtiyacı vardır. Ki nefsten geleni de ruhtan geleni de ölçsün biçsin kıyaslasın. Peygamber’in getirdiklerine uygun mu değil mi? Ama bunu ilim ve edeple donanmış akıl yapar. Böyle akla akl-ı selîm derler ki varlıkta Allah’a şükreder, yoklukta sabredip af diler. Selîm olmayan akıl ise hem kibirlidir hem varlık zamanı gaflete, yokluk zamanı isyan ve şirke düşer.

Ömer amca derin bir ah çektikten sonra: – Büyük sûfîler dediler ki: Asıl olan kalbi gafletten kurtarmak, hiç değilse gafletin sürekli olmamasını sağlamak. Vesselam.

Bu cümle ile sohbetin sonuna geldiğimizi anlamıştım. Son bir hamle ile Ömer amcadan nasihat istiyorum. Kalkmaya hazırlanırken durup gözlerime bakıyor: – Bak oğlum! Kavi bir imanın, sağlık ve afiyette bir vücudun, kanaat ettiğin bir işin olsun. Bir de Allah’a can borcundan başka kimseye borcun olmasın. İşte en büyük saadet bu zamanda.

Şimdi kedilere hizmet zamanı evlat, deyip kalkıyor Derviş Ömer amca. Hürmetle uğurluyorum. Bir müddet gözlerim dolu dolu arkasından bakakalıyorum. O an aklıma İbn Ataullah İskenderi hazretlerinin şu sözü geliyor: “Allah’ı bulan neyi kaybeder ve O’nu kaybeden neyi bulur?”

Peki ya ben? Bunca yıllık ömrümde neyi bulmuştum, neyi kaybetmiştim?

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy