Aramak

Dervişin Aklı

Kur’an-ı Kerim’de sıkça tekrarlanan “taakkul” (akletme) çağrısını yanlış anlıyor, bununla “rasyonel davranma”ya teşvik edildiğimizi düşünüyoruz. “Akıllı ol!” telkini bu yüzden müslümanlar arasında dahi “sadece kendi menfaatini gözet, dünyevî faydayı esas al, rasyonel aklın kabullenmediği işlerden uzak dur” manasına geliyor günümüzde.
Tasavvufa meyleden bir genç kardeşimize bir yakını, “Bu devirde dervişlik mi olur? Akıllı ol!” demiş. Bu ikaz “dervişliğin akıl kârı olmadığı”na dair çok yaygın bir peşin hükmün ifadesi aslında. Gerçi dervişlerin gönül ehli insanlar olması, tevazu ve mahviyyetleri sebebiyle bilgiçlik taslamaktan kaçınması, dünyaya gereğinden fazla kıymet vermemesi, tasavvuf büyüklerinin belli bir akıl türünü küçümseyen söz ve tavırları, hiç şüphe yok ki bu kabulü besleyip yaygınlaştırıyor. Ama öte yandan akıllılık halinin herkesçe üzerinde ittifak edilmiş bir ölçüsü yahut alameti de yok. Nitekim eskiler, halk tarafından kınanmak pahasına doğru davranmaya, aklın icaplarına uymaya teşvik için nasihat makamında “âkil (akıllı) ol, varsın seni divane sansınlar” derlerdi. Bu öğüt, akıllılık halinin başkalarınca bazen akılsızlık yahut delilik gibi anlaşılabileceğini ifade etmesi bakımından hayli manidar. Tabiînin ve evliyanın büyüklerinden Hasan-ı Basrî k.s. hazretlerinin, kendisinden sonraki kuşağa Sahabe-i Kiram’ı anlatırken söylediği, “Siz onları görseydiniz deli sanırdınız.” sözü de bir veçhesiyle yine zamana ve zemine göre değişen “akıllılık” algısına işaret ediyor. Akletmek müminin vasfıdır Kur’an-ı Kerim’de sıkça tekrarlanan “taakkul” (akletme) çağrısını da galiba aynı sebeple yanlış anlıyor, bununla “rasyonel davranma”ya teşvik edildiğimizi düşünüyoruz. “Akıllı ol!” telkini bu yüzden müslümanlar arasında dahi “sadece kendi menfaatini gözet, dünyevî faydayı esas al, rasyonel aklın kabullenmediği işlerden uzak dur” manasına geliyor günümüzde. Yine bu yüzden, mesela tasavvuf ehlinin, rasyonel olanla ahlâkî olan çatıştığında rasyonel olanı seçen kuru aklın hiçbir ölçü tanımayacak şekilde başına buyruk kılınmasına ve hakikati bütün boyutlarıyla kavrayabileceği kabulüne yönelik itirazları, bazı çevrelerce hâlâ aklın kendisine veya akletmeye reddiye gibi anlaşılmakta, bu anlayış bir akledememe örneği olarak tedavülde kalmayı sürdürmektedir. Halbuki akletmek, hakikatleri görüp anlayarak vahye tabi olmayı ve böylece en doğru tutumu belirlemeyi sağlayan, müminlere mahsus bir idrak tarzıdır. Kâfirler akledemezler. İnkâra götüren, yanlışa sürükleyen, yalnızca dünya maslahatını esas alan zihnî işlemler de ne kadar zekice görünürse görünsün, akletme sayılmaz. Rasyonel akla tabi olmanın akletmek sayılmaması bu akıl türünü reddetmeyi gerektirmez elbette. Pozitif akıl da diyebileceğimiz, eşyanın ve hadiselerin zahirinden devşirilen, kâinattaki işleyişin nasıl olduğunu izaha yarayan tabii kanunlardan müteşekkil rasyonel akla bir yere kadar herkes gibi müslümanlar da muhtaç. Zira kâinattaki varlık ve hadiseler de neticede birer kevnî ayet olarak doğru tutum belirlememizi sağlayan hakikatlere işaret etmektedir. Ancak, varlık ve hadiselerin zahirinde kalan pozitif ya da rasyonel akıl, haddini aşmasa bile, işaretler üzerinde yoğunlaşıp işaret edileni kavramakta acze düştüğü için çok sınırlı bir fonksiyona sahiptir. Zaten tasavvuf çevrelerinin itirazı yahut ihtiyatı rasyonel aklın kendisiyle değil, yetersizliğine rağmen haddi aşma cüretkârlığıyla ilgilidir. Dünya ile dönüp duran modern akıl Müslümanların özellikle son birkaç asırdır “akleden bir topluluk” görüntüsü vermediği ortada. Bu durum, epeydir iman zafiyetiyle malûl olduğumuzu gösteriyor. Çünkü akledememek yahut hakikati idrakte acze düşmek iman yetersizliğinin neticesidir, bir kalp problemidir. Esasen baştan beri dile getirilen ve kendi içinde çözüm teklifini de barındıran bu tespit, bizim düşkünlüğümüze inat, refah ve konforunu her gün biraz daha artıran gayrimüslim Batı’nın aklettiğine dair zannın yaygınlaşmasıyla küçümsenip kaale alınmayınca problem müzminleşti. Mümine mahsus bir akletme kabiliyetinin peşine düşmek yerine, inanmayanların doğru idrake asla imkan vermeyen rasyonel aklına talip olduk. Hâlâ müminin aklı ile inanmayanların aklının aynı olmadığını akledemiyoruz. Akıl, ister “öğrenme, bilme, anlama gücü”, ister “temyiz”, yani “iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyeti” olarak tarif edilsin, her halükârda bir maksat doğrultusunda işlem yapar. Modern anlayış bu maksadı yahut yönelişi aklın tayin ettiğine, neyin doğru neyin yanlış olduğuna, şartlara göre yine aklın karar verdiğine inanıyor. Böylece konjonktürle birlikte sürekli değişen doğruların ve insan sayısı kadar akıl çeşidinin karmaşasında ölçülerini yitiren fertler, meçhul bir akibete sürüklenmeyi meşrulaştıran, adına “realite” dedikleri vehmî bir gerçekliğe mahkum ediliyor. Modern akıl böyle bir gerçekliğin fasit dairesinde sıkı sıkıya yapıştığı dünya ile birlikte dönüp duruyor. Bu dönüşün bir yerinde toprağa savrulup orada çürüyeceği gerçeğiyle yüzleşmemek için de bütün gücüyle daha sıkı sarılıyor dünyaya. Yaşadığımız hayatın en tartışmasız hakikati olan ölümü görmezlikten gelerek fani unsurlara tutunmak için hayret verici buluşların kibriyle arz-ı endam eyleyen modern aklın bu nafile çabalarını “ilerleme”, “kalkınma” yahut “gelişme” gibi anlamak ve böyle bir akla teslim olmayı istemek de hiç şüphesiz akletme alameti değil. Aklımız neredeydi? Yanlış bir iş yapıp sonradan pişman olanlara tariz maksadıyla “O yanlışı yaparken aklın neredeydi?” diye sorarlar. Bu soruyu aklımızın yerini doğru tespit etmemiz hususunda bir ikaz gibi anlamak da mümkün. Zira Kur’anî manada akletmek, kalpte başlayan ve birtakım zihnî işlemlerden geçtikten sonra yeniden kalbe dönüp orada tamamlanan bir idrak tarzı olduğu için, beynin değil kalbin fiilidir. İnsan ancak kalb-i selim ile, yani hakikati görüp işitebilecek letafette sağlam ve arınmış bir kalple akledebilir. İslâmî kaynaklar aklı, biraz da mahiyetinin tam olarak bilinemeyişi sebebiyle “Rabbanî latife”, “ilahî nur”, “ruhanî bir hassa” gibi tabirlerle nitelemiş, “akleden kalb”i de kan pompalayan uzvumuzdan ziyade, Kur’an’da geçen “lübb” (öz) kavramından hareketle “fıtrî bir öz” veya “ruhun merkezi” olarak anlamıştır. Öte yandan bu öz veya merkezle maddî kalbimiz arasında bir irtibat olduğu için “akleden kalp” derken göğsümüzdeki kalbi anlamakta da bir beis görülmemiştir. Tasavvuf terbiyesinde mükaşefe, müşahede, ilham gibi manevî idrak imkanlarına kalp tasfiyesi ile ulaşılması, ruhun âlem-i ervahtaki safaya ve Cenab-ı Hakk’ın öğrettiği esma ilmine aşinalığının maddi kalpte bazen vicdan, bazen itminan duygusuyla hissedilmesi, bu irtibatın varlığına işarettir. İman da mutlak hakikatin idraki olması hasebiyle ancak kalpte gerçekleşir. Dervişin aklı, tasfiye edilmiş, iman nuruyla aydınlanmış bir kalbin işitme ve görmesiyle hakikati idrake imkan veren böyle bir akıldır işte. Zaten derviş, aklettiği için dervişliğe yönelmiştir. Dervişlik elbette akıl kârıdır ama bu akıl, bindiği dalı keserken bütün dikkat ve kabiliyetini kesme işlemine hasredip sonunu düşünmeyen modern akıl değildir. Ne dersiniz, yarın hesap gününde “Aklın neredeydi?” sorusuna, ahireti unutup dünyayı önceleyenler mi, yoksa dünyaya hak ettiği kadar değer verip ölümden sonrası için hazırlık yapmayı önceleyenler mi muhatap olacaklardır?
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy