Aramak

Hayat Dengemiz - Biz, Kendi Değerlerimizle Ayaktayız

Rab­bü’l-âle­min, Kur’ân-ı Ke­rîm’de biz­le­re şöy­le ses­le­ni­yor: “Ey iman eden­ler, mü­min­le­ri bı­ra­kıp da kâ­fir­le­ri dost edin­me­yin.” (Ni­sâ 4/144) Ya­şa­dı­ğı­mız kim­lik aşın­ma­sı­na bağ­lı ola­rak ken­di de­ğer­le­ri­miz­den uzun za­man­dır yüz çe­vir­miş bu­lu­nu­yo­ruz. O de­ğer­ler, bi­zi biz ya­pan, da­ha­sı in­san­lı­ğa ör­nek olan ve on­la­rı ön­der ya­pan de­ğer­ler­di. Rab­bi­mi­zin in­san­lı­ğa son me­sa­jın­dan al­dı­ğı­mız, o sev­gi­li el­çi­nin reh­ber­li­ğin­de ha­ya­tı­mı­za nak­şet­ti­ği­miz, yüz­yıl­lar bo­yun­ca da ger­gef gi­bi iş­le­yip ru­hu­mu­za sin­dir­di­ği­miz de­ğer­le­ri­miz­di. Ha­yat fel­se­fe­si, in­sa­na, kâ­ina­ta ba­kı­şı bi­ze hiç ben­ze­me­yen baş­ka bir dün­ya­nın mad­dî ba­şa­rı­la­rı önün­de diz çök­tü­ğü­müz­den be­ri, bu de­ğer­le­ri ha­ya­tı­mız­dan ko­par­dık. Ve as­lın­da ken­di ha­ya­tı­mı­zı ken­di­miz­den ko­par­dık. Mad­dî ba­şa­rı­la­rı ile gö­zü­müz ka­ma­şan o dün­ya­nın, in­san­lı­ğı­mız adı­na bi­ze su­na­bi­le­ce­ği da­ha iyi de­ğer­ler ola­ca­ğı­nı ha­yal et­tik. Oy­sa bu­gün o dün­ya­nın, ken­di de­ğer­le­riy­le -ve bir sü­re­dir de­ğer­siz­leş­me­si ile- ken­di ba­şı dert­te­dir. Ar­tık top­lum­sal ha­yat­la­rın­da­ki in­ti­za­mın mak­ya­jı, fer­dî plan­da ya­şa­dık­la­rı vah­şe­tin çir­kin yü­zü­nü ör­te­me­mek­te­dir. Ço­cuk­la­rı­nı bi­le pen­çe­si­ne alan o şey­ta­nî­lik, okul­la­rın­da kat­li­am yap­tı­rmak­ta­dır. On iki yaş se­vi­ye­si­ne ka­dar inen uyuş­tu­ru­cu alış­kan­lı­ğı, ai­le ya­pı­sın­da git­tik­çe ar­tan çö­zül­me, suç is­ta­tis­tik­le­ri, ka­dı­nın ka­dın­lı­ğı­nı, er­ke­ğin er­kek­li­ği­ni unu­tu­şu ken­di­le­ri­ni bi­le deh­şe­te dü­şür­mek­te­dir. Ken­di men­sup­la­rı­nı kar­ma­şa ve yı­kı­ma gö­tü­ren o dün­ya­nın de­ğer­le­rin­de, biz han­gi mut­lu­lu­ğu, han­gi hu­zu­ru bul­ma­yı umu­yo­ruz? Al­lah Re­sû­lü (s.a.v), “Kim bir kav­me ben­zer­se, o da on­lar­dan­dır” bu­yu­ru­yor­lar. (Ebû Dâ­vûd, Li­bâs, 5; Ah­med b. Han­bel, Müs­ned, 2/50). Ne ka­dar hü­ma­niz­me, ba­rış, ada­let kav­ram­la­rı­nın ar­ka­sı­na sak­lan­sa­lar da ta­rih­te­ki ve bu­gün­kü hâl­le­ri da­ha bu dün­ya­da ür­kün­tü ve­ren ka­vim­le­re ben­ze­yip, bir de ebe­dî ha­yat­ta on­lar­la ha­şir ol­mak... On­la­rın piş­man­lık­la­rı­na, hüs­ran­la­rı­na or­tak ol­mak... Al­lah ko­ru­sun! O ka­vim­ler­le eko­no­mik, si­ya­sî ve ben­ze­ri mad­dî ge­liş­me adı­na çe­şit­li iş ­bir­lik­le­ri ve ant­laş­ma­lar ta­ri­hi­miz­de ya­pı­la­gel­di. Bel­ki ya­rın­lar­da da ola­cak. Ama bi­zim için bu­nun bel­li öl­çü­le­ri ol­ma­lı de­ğil mi? Gi­ri­len her iş­ bir­li­ği, ya­pı­lan her ant­laş­ma, ön­ce ken­di in­sa­nı­mı­zın men­fa­at­le­ri­ni ön plan­da tut­mak zo­run­da­dır. En az bu öl­çü ka­dar önem­li di­ğer bir hu­sus da, hiç­bir iliş­ki ve ant­laş­ma, on­la­rın ha­yat tarz­la­rı­nın bi­zim bün­ye­mi­ze ak­ta­rıl­ma­sı so­nu­cu­nu do­ğur­ma­ma­lı­dır. Biz­den, baş­ka po­ta­lar­da eri­me­miz ne ka­dar is­te­nir­se is­ten­sin, biz bil­me­li­yiz ki: Bir mil­le­tin, ken­di de­ğer­le­ri­ni bı­ra­kıp ya­ban­cı­la­rın örf ve âdet­le­ri­ni be­nim­se­me­si, o mil­le­tin ken­di ben­li­ği­ni, ken­di ta­ri­hi­ni in­kâ­rı­dır. Da­ha­sı, asır­lar bo­yun­ca ni­ce yı­kım ve di­ri­liş­ler­le yo­ğur­du­ğu ru­hu­nu, aşa­ğı­lık komp­lek­si­nin ku­ca­ğın­da çü­rüt­me­si­dir. Yer­yü­zün­de ikin­ci sı­nıf in­san ol­du­ğu­nun ka­bul ve iti­ra­fı­dır. He­le ye­di yüz se­ne dün­ya­ya hük­met­miş, ör­nek ve ön­der ol­muş bir mil­let için bu bü­yük bir kâ­bus, bü­yük bir fe­lâ­ket­tir. “Al­lah ka­tın­da ge­çer­li tek din İs­lâm’dır.” (Âl-i İm­rân, 3/19).  Ve din, de­ğer­ler bü­tü­nü­dür, ya­şa­ma bi­çi­mi­dir. İs­lâm’dan ön­ce, tah­rif ol­ma­mış Hı­ris­ti­yan­lık ve Ya­hu­di­lik doğ­ru ve ge­çer­li din­di. Fa­kat İs­lâ­mi­yet gel­dik­ten son­ra bu din­ler, bu de­ğer­ler sis­te­mi ve bu de­ğer­ler sis­te­mi­nin do­ğur­du­ğu ha­yat tar­zı ge­çer­li­li­ği­ni yi­tir­miş­tir. Ya­ni o ilâç­la­rın ta­ri­hi geç­miş­tir. Te­da­vi et­mez, za­rar ve­rir. Ar­tık in­san­lı­ğın hu­zur ve mut­lu­lu­ğu için İs­lâm’ın dı­şın­da bir ça­re, bir ilâç yok­tur. Bi­zim inan­cı­mız, baş­ka kül­tür ve din­le­rin tö­ren­le­ri­ni, sem­bol­le­ri­ni, yü­zü­nü ebe­di­ye­te dön­müş mü­min­le­re as­la ya­kış­tır­maz. He­le de her tü­rün­den fuh­şi­yat ve gay­ri meş­ru­luk­la öz­deş­leş­miş söz­de kut­la­ma­la­rı ke­sin­lik­le red­de­der. Bu kap­sam­da ol­gun bir mü­min, o mad­dî ve mâ­ne­vî hu­zur­dan ko­puk dün­ya­nın, eko­no­mik ve kül­tü­rel ya­yıl­ma­cı­lık adı­na mak­yaj­laş­mış No­el ve yıl­ba­şı gi­bi âdet­le­ri­ni ken­di ya­şan­tı­sı­na sok­maz. Bir müs­lü­ma­nın hı­ris­ti­yan kül­tür ve ha­ya­tı­nın iz­le­ri­ni ta­şı­yan bu tür­lü âdet­le­ri be­nim­se­me­si, ken­di al­nı­na aşa­ğı­lık komp­lek­siy­le ya­pış­tır­dı­ğı bir le­ke­dir. Bi­zim tö­ren­le­ri­miz ilâ­hî öl­çü­ler­le şe­kil­len­miş­tir. Bi­zim ne­şe­yi, eğ­len­ce­yi, coş­ku ve se­vin­ci meş­ru sı­nır­lar için­de so­nu­na ka­dar ya­şa­dı­ğı­mız iki bay­ra­mı­mız var­dır: Ra­ma­zan ve kur­ban bay­ram­la­rı­mız. Biz, bu gün­ler­de mu­hab­bet ve ne­şe­yi ço­ğal­tır, ta­nı­dı­ğı­mız, ta­nı­ma­dı­ğı­mız her­kes­le pay­la­şı­rız. Bi­zim böy­le özel za­man­lar­da so­nu piş­man­lık olan sah­te ke­yif­le­re ih­ti­ya­cı­mız ol­maz. Bi­ze ebe­di­yet adı­na ta­şı­dı­ğı­mız umut­la­rın key­fi ye­ter. So­kak­lar­da da kes­sek kur­ban­la­rı­mı­zı, rab­bi­miz adı­na can fe­da et­me­nin he­ye­ca­nı­nı ço­luk ço­cuk ya­şa­rız. Bir de bi­zim Mev­lid, Re­ga­ib, Mi‘­rac, Be­rat ve Ka­dir ge­ce­le­ri­miz var­dır. Kâ­ina­tın sa­hi­bi ile bu gün­ler­de ve ge­ce­ler­de ir­ti­ba­tı­mız zir­ve­le­şir. Me­lek­ler­le se­mâ eder, ilâ­hi­ler söy­le­riz. Biz hak­kı, ada­le­ti, ba­rı­şı, doğ­ru­lu­ğu, hu­zu­ru in­san­lı­ğa öğ­ret­miş bir mil­le­tiz. Bak­ma­yın şim­di­ki se­fa­le­ti­mi­ze; ima­nı­mız biz­de ol­du­ğu sü­re­ce üs­tün olan bi­ziz. Şim­di­lik baş­ka bir dün­ya­ya ema­net ver­di­ği­miz üs­tün­lük ve ön­der­li­ğin po­tan­si­ye­li içi­miz­de­dir. Bi­zim kim­se­den de­ğer­ler, örf ve âdet­ler dev­şir­me­ye ih­ti­ya­cı­mız da yok­tur. Ar­zu eden­le­re in­san­lık adı­na ve­ri­le­bi­le­cek her şey hâ­lâ biz­de­dir. O hal­de bu komp­leks, bu mis­kin­lik ni­çin?
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy