Aramak

Hayat Dengemiz - İnsan ve Mukaddes Yolculuğu

İn­san bir yol­cu. Rab­bin­den ge­lip yi­ne O’na dö­nen yol­da ba­zan tö­kez­le­yip dü­şen, ba­zan da ka­nat­la­nıp uçar­ca­sı­na yol alan bir yol­cu. Al­tın­da, diz­gi­ni sağ­lam tu­tul­maz­sa han­gi çık­maz­la­ra gö­tü­re­ce­ği bel­li ol­ma­yan bir bi­nek: Ne­fis. Ve her an önü­ne dü­şüp, yo­lun­dan sap­tır­ma­ya ha­zır sah­te bir kı­la­vuz: Şey­tan. Yo­lun da, yol­cu­lu­ğun da far­kın­da olan in­sa­nın adı mü­min. Elin­de va­hiy pu­su­la­sı, önün­de reh­ber­le­rin en gü­ze­li. Ve bir ka­fi­le: Ba­şın­da, o en gü­zel reh­be­rin ve­ra­set ma­ka­mın­da bir kı­la­vuz. Ya­ra­ta­nın bah­şet­ti­ği kul­luk ve ha­li­fe­lik sı­fa­tı­na ya­ra­şır bir yol­cu­luk­la, yi­ne O’na yü­rü­yen bir kut­lu ka­fi­le. Bu yol­cu­luk na­sıl an­la­tı­lır, na­sıl an­la­şı­lır? İs­lâm’ın beş te­mel esa­sın­dan bi­ri olan hac yol­cu­lu­ğu, pek çok hik­me­ti­nin ya­nın­da, bu mâ­ne­vî yol­cu­lu­ğun da bir sem­bo­lü­dür. Şu­nu bi­li­yo­ruz ki, mâ­ne­vî yol­cu­luk­ta da, mu­kad­des bel­de­le­re yol­cu­luk­ta da, an­cak ha­ki­ki bir reh­ber ne­za­re­tin­de bu­lun­mak he­de­fe ulaş­ma­yı ko­lay kı­lar. Ge­çen ay­lar­da yap­tı­ğım um­re zi­ya­re­tin­de hep bun­la­rı dü­şün­düm dur­dum. Men­zil’im­den ya­ni evim­den ay­rıl­dı­ğım an­dan iti­ba­ren, bü­tün zi­ya­re­tim bo­yun­ca da­ha ön­ce üs­ta­dım­la bir­lik­te, onun ta­sar­ru­fa­tı ve na­za­rı al­tın­da yap­tı­ğım um­re­nin haz­zı, be­re­ke­ti ak­lım­dan hiç çık­ma­dı. O zi­ya­ret­ten pa­yı­ma dü­şen ders­ler, ib­ret­ler kı­la­vu­zum ol­du. Böy­le bir mad­dî-mâ­ne­vî gö­ze­tim al­tın­da, zâ­hi­rî ve bâ­tı­nî edep­le­ri­ne dik­kat edi­le­rek mü­ba­rek bel­de­le­re ya­pı­lan bir yol­cu­luk, in­sa­nı han­gi ik­lim­le­re ka­nat­lan­dı­rır, ne­ler ya­şa­tır? Ev­ve­lâ evin­den ay­rı­lıp mü­ba­rek bel­de­le­ri hac ve­ya um­re için zi­ya­ret, in­sa­nın ya­ra­tı­cı­sı­na olan sev­gi­si­ne işa­ret­tir. Mü­mi­nin sev­di­ği her şe­yi­ni, va­ta­nı­nı, evi­ni, ai­le­si­ni, an­ne ba­ba­sı­nı bir mu­kad­des ga­ye için ter­ke­dip, bu çi­le­li ve zah­met­li ama kud­sî yol­cu­lu­ğa çı­ka­bil­me­si, an­cak on­da­ki mu­hab­be­tul­lah duy­gu­su­nu ifa­de eder. Yol­cu­luk­ta ilk du­rak, Al­lah’ın Ha­bî­bi’nin (s.a.v) şeh­ri, onun mü­ba­rek me­kâ­nı, ul­vî ka­pı­sı­dır. Mü­nev­ve­re’ye va­rış, o ne­bî­ler ne­bî­si­nin (s.a.v) hu­zu­run­da Rab­bü’l-âle­min’e kul­lu­ğu ilân et­mek­tir. Çün­kü en bü­yük kul­lu­ğu o Ha­bîb-i Edib yap­mış­tı. İn­san bu yük­sek hu­zur­da rab­bi­ne kul ol­ma­nın ha­ki­ki şu­uru­na erer, o hu­zur­da ubû­di­yyet duy­gu­su ula­şa­bil­di­ği en son zir­ve­ye ula­şır. Bu mü­ber­râ bel­de ve mü­cel­lâ ma­kam, ya­ni Rav­za-i Mu­tah­ha­ra hak­kın­da bir şey­ler söy­ler­ken, san­ki if­fe­tiy­le ta­nı­dı­ğı­mız bir na­mus âbi­de­si­ni an­la­tı­yor gi­bi yan­lı­şın en kü­çü­ğü­ne da­hi düş­me­mek için tit­re­riz. Onun nur­lu sem­ti­ne gi­ren her ruh, âde­ta vic­da­nı­nın de­rin­lik­le­rin­de Ne­bî’nin, “Sa­kın terk-i edep­ten, kûy-i Mah­bub-ı Hu­dâ’dır bu, Na­zar­gâ­h-ı ilâ­hî­dir, Ma­kam-ı Mus­ta­fa’dır bu” ses­le­ni­şi­nin yan­kı­sı­nı du­yar ve ir­ki­le­rek ken­di­ne ge­lir. Gö­nül­le­re ara­la­nan ka­pı­lar ve ruh­la­ra açı­lan men­fez­le­rin çok­lu­ğu gi­bi, Rav­za-i Mu­tah­ha­ra’nın da pek çok ka­pı­sı var­dır. Bu ka­pı­lar ara­sın­da en meş­hu­ru Bâ­büs-se­lâm ka­pı­sı­dır. Se­lâm ve­rip bu kut­lu ka­pı­dan içe­ri­ye gi­ren­ler, iki adım öte­de gö­nül­le­rin efen­di­siy­le san­ki zâ­hi­ren de kar­şı­la­şa­cak­mış gi­bi bir duy­gu­ya ka­pı­lır­lar. Böy­le bir his­le ken­di­le­ri­ni bam­baş­ka bir ik­li­min kol­la­rın­da bu­lur­lar... Pey­gam­ber hu­zu­run­da bu­lun­ma­nın va­kar, cid­di­yet ve tem­ki­niy­le na­maz kı­lan, dua eden, sa­lât ve se­lâm oku­yan Hak âşı­ğı gö­nül er­le­ri­nin ara­sın­da, nur­lu bir ko­ri­dor­da yü­rü­yor­muş gi­bi ışık ala­rak, aşk ve şevk­le do­la­rak, mü­ba­rek mu­vâ­ce­he­ye doğ­ru iler­le­yen kal­bi uya­nık bir in­san, her adım ba­şı ak­la ha­ya­le gel­me­dik sürp­riz­ler­le kar­şı­la­şa­ca­ğı he­ye­ca­nıy­la yü­rür. Mu­vâ­ce­he­ye ula­şan ne­zih ruh­lar, ar­tık göz­le­ri hiç­bir şey gör­mü­yor­muş­ça­sı­na sa­de­ce onu anar, in­ler; yal­nız onun­la te­sel­li bu­lur­lar. He­le bir de ön­ce­den ora­nın aş­kıy­la ya­nıp tu­tuş­muş, ha­ya­lin­de bir­kaç de­fa o pak eşi­ğe baş ko­yup, gön­lü­nün sı­nır­sız­lı­ğıy­la ora­ya var­mış­sa, iş­te o za­man o ha­li izah et­me­de söz­ler an­lam­sız­la­şır. Rav­za-i Mu­tah­ha­ra kar­şı­sın­da ha­yat, hep bir hül­ya ve rü­ya gi­bi ya­şa­nır. Ona yö­ne­len ruh, onun elin­den ilâ­hî aşk şa­ra­bı içip mest ol­muş gi­bi bir tür­lü bu mâ­na âle­min­den ay­rıl­mak is­te­mez. Ora­da fi­kir­ler du­rur, ruh­lar mâ­ne­vî duy­gu­la­rın cez­be­si­ne tes­lim olur, gö­nül­le­ri bir vus­lat ar­zu­su kap­lar. Bu eş­siz me­kân­da ha­yat, aşk ve şev­kin gel­git­le­ri ara­sın­da bir vus­lat de­mi, bir şeb-i arûs mu­hab­be­ti için­de ya­şa­nır. Her ağ­la­yış, her inil­ti, dos­tun dos­tu­na açı­lan ka­pı­la­rın gı­cır­tı­la­rı gi­bi yü­rek­le­re şevk ür­per­ti­le­ri sa­lar. Ruh âde­ta “vus­lat, vus­lat” nağ­me­le­riy­le in­ler de in­ler. Bu­ra­da du­var­lar, sü­tun­lar ve aşk mat­kap­la­rıy­la oyul­muş gi­bi du­ran kub­be­ler, hat­ta dö­şe­me­ler, ser­gi­ler; her şey ma­vi, ye­şil, sa­rı, her ren­gin naz­lı çi­çek­le­ri­ni an­dı­ran gü­zel­lik­le­rin de­rin­lik­le­ri­ne açıl­mış, yol al­mış gi­bi­dir. Pak, ne­zih bir ru­ha ben­ze­te­bi­le­ce­ği­miz mer­kad, ya­ni rav­za ve ye­şil kub­be, âşık­la­rın duy­gu ve dü­şün­ce dün­ya­la­rın­da­ki de­rin­lik­ler­le yan ya­na ge­lin­ce öy­le yü­ce bir an­lam ta­şır ki, in­san bu­lun­du­ğu ye­ri cen­net­ten ko­pup gel­miş bir par­ça sa­nır. Son­ra­ki du­rak Mek­ke-i Mü­ker­re­me’dir. Ora­ya va­rış mâ­ri­fe­tul­lah­tır. Rav­za’da ubû­di­yye­tin sır­rı­na eren kul, ar­tık Bey­tul­lah’ta mâ­ri­fet ma­ka­mı­na er­me­ye ha­zır­dır. O mü­ba­rek me­kân­da mâ­ri­fe­tul­la­hın ta­dı­na va­rı­lır. Kâ­be’nin bu­lun­du­ğu ye­rin böy­le bü­yük bir ga­ye için tah­si­si, Hz. Âdem’in (a.s) yer­yü­zü­ne teş­ri­fin­den bel­ki bin­ler­ce yıl ön­ce­sin­den ka­rar­laş­tı­rıl­mış­tı. Her yıl ehl-i iman, dün­ya­nın dört bir ya­nın­dan tür­lü va­sı­ta­lar­la onun yu­mu­şak, yem­ye­şil ve öte­le­re ka­nat aç­tı­ran ik­li­mi­ne ko­şar. Bu kut­lu yol­cu­luk­ta he­men her­kes baş­ka bir âle­min uf­kun­da, fark­lı bir âle­me yol al­dı­ğı­nı his­se­der gi­bi olur. Bu mü­ba­rek yol­cu­luk es­ki­den bi­nek hay­van­la­rıy­la ya­pı­lır­dı. O de­vir­de ha­cı­lar baş­la­rın­da tâ­bi ol­duk­la­rı üs­tat­la­rı­nın him­met ve mâ­ne­vî ta­sar­ru­fa­tı al­tın­da Mek­ke-i Mü­ker­re­me’ye va­rın­ca­ya ka­dar yüz­ler­ce ma­kam ve mer­ka­de uğ­rar, En­bi­ya-yı İzam’in ya­şa­dı­ğı yer­le­ri zi­ya­ret eder, ra­bı­ta ile mâ­nen on­lar­la bu­lu­şur, gö­rü­şür­dü. Ev­li­ya ve as­fi­ya­nın mec­lis­le­ri­ne ko­şar, on­la­rın ay­dın­lı­ğın­dan ışık ala­rak, mâ­na âlem­le­rin­den ge­le­cek olan vâ­ri­da­tı duy­ma­ya ha­zır ha­le ge­lir ve son­ra da gi­dip Hakk’ın ka­pı­sı­na tu­tu­nur­lar­dı. Kâ­be-i Mu­az­za­ma dost mah­re­mi­ye­ti­ne açık bir ha­rem­lik, çev­re­si her­ke­se açık bir se­lâm­lık­tır. Sa­fâ ve Mer­ve te­pe­le­ri ha­ki­kat se­ma­sı­nı te­ma­şa için ha­zır­lan­mış bi­rer ku­le­dir. Ma­kâm-ı İb­ra­him öte­ler öte­si­ne yük­sel­ten bir mer­di­ven­dir. Ve Zem­zem Ku­yu­su bu aşk mec­li­sin­de âde­ta bir sâ­ki... Bun­la­rın hep­si bir­den aşk yol­cu­su­nu se­lâm­la­yın­ca, in­san âde­ta uh­re­vî­le­şir. Ru­hun­da açı­lan pen­ce­re­ler­den me­le­kût âle­mi­ni te­ma­şa­ya baş­lar ve en­gin ufuk­la­ra doğ­ru yol alır. Bey­tul­lah’ta her va­zi­fe­nin ken­di­ne gö­re ilâ­hî bir hu­zu­ru var­dır. Ar­tık iman­lı si­ne­le­rin bu bü­yü­nün te­si­rin­de kal­ma­ma­la­rı müm­kün de­ğil­dir. Evet, bü­tün bun­lar, bu hâ­le­t-i ru­hi­ye, an­cak mâ­ne­vî bir ter­bi­ye­ci­nin reh­ber­li­ğin­de, onun­la be­ra­ber o mu­kad­des me­kân­la­rı zi­ya­ret­le müm­kün ola­bi­lmek­te­dir. Zâ­hi­rî ve mâ­ne­vî zi­ya­ret âdâ­bı­nı en in­ce nok­ta­sı­na ka­dar bi­len ve tat­bik eden üs­ta­da mu­ta­ba­at sa­ye­sin­de, ula­şıl­ma­sı hiç de ko­lay ol­ma­yan bu mâ­ne­vî haz­lar ta­dı­la­bil­mek­te­dir. Mâ­ne­vî yol­cu­luk­ta nef­sin ve şey­ta­nın tu­zak­la­rın­dan sıy­rı­lıp kâ­mil ol­mak, he­def­le­nen men­zi­le var­mak el­bet­te zor­dur. Ama Ce­nâb-ı Mev­lâ, bu zor­lu­ğu aş­ma­nın yo­lu­nu da öğ­re­ti­yor: “Ey iman eden­ler! Al­lah’tan kor­kun ve sa­dık­lar­la be­ra­ber olun!” (Tev­be 9/119) Bu fer­man-ı ilâ­hî, mut­ta­ki ol­ma­yı sa­lih kul­lar­la be­ra­ber ol­ma­ya da bağ­la­mak­ta­dır. Ar­tık mü­mi­nin ilk işi bu yol­da kâ­mil­ler­le be­ra­ber ol­mak de­ğil mi­dir? Zi­ra Al­lah ne­bî­si­nin gü­zel hal ve ah­lâ­kıy­la ah­lâk­lan­mış rab­bâ­nî âlim­ler, bu gü­zi­de ah­lâ­kı ya­şar ve de­re­ce de­re­ce et­ra­fı­na ya­yar­lar. Böy­le­ce sa­lih ve sa­dık­lar­la be­ra­ber olan ki­şi­nin gün­den gü­ne ke­mâ­lâ­tı ar­tar. İn­sa­nı in­san ya­pan özel­lik, ne­re­den ge­lip ne­re­ye git­ti­ği­nin far­kın­da ol­ma­sı, yü­ce ya­ra­tı­cı­nın mu­ra­dı doğ­rul­tu­sun­da ha­re­ket et­me­si­dir. Ak­si hal­de her ne ka­dar di­ğer mah­lû­kat­tan fark­lı gö­rün­se de, as­lın­da on­lar­dan bir far­kı kal­ma­ya­cak­tır. Eğer kul bu mâ­ne­vî haz ve de­re­ce­le­ri el­de ede­rek o te­miz bel­de­le­ri zi­ya­ret ede­bi­li­yor­sa ne mut­lu ona! Ve asıl yol­cu­lu­ğun­da; ebe­dî sa­ade­te gi­den mâ­ne­vî yol­da iman, edep ve sa­mi­mi­yet­le yol ala­bi­li­yor­sa ne mut­lu!
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy