Aramak

DİN SORGULANMAZ YAŞANIR

Din, insanı doğruya yönlendiren, dünya ve ahiret saadetini temin eden değerler ve kurallar bütünüdür. Dini ancak onun sahibi olan Allah Tealâ düzenler; emir ve yasakların hikmeti de O’nun sınırsız ilminde gizlidir. İnsanın bu husustaki anlayışı akıldan ziyade vahyin bildirdikleri ile sınırlıdır.

Müslümanın dinini doğru yaşayabilmesi, dinî sorumluluklarını eksiksiz yerine getirebilmesi ancak Cenab-ı Hakk'ın gönderdiği son peygamber Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi veselleme mutlak surette uymak ve O’nu örnek almakla mümkündür.

Bu tâbi olma ve örnek almanın yolu, başta iman esasları olmak üzere âlimlerin ortaya koyduğu fıkhî ve ahlâkî ölçülere uymak şeklinde olur. Müslüman, kendisine ulaştırılmış olan emir ve yasakları şüphesiz ve tereddütsüz bir kabulle elinden geldiğince uygular, hayatını bu çizgide sürdürür.

Ebu Hureyre radıyallahu anhın rivayeti olan girişteki hadis-i şerif, hac ibadeti ile konuşması esnasında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme ısrarla yöneltilen bir soru münasebetiyle vârid olmuştur. Rivayete göre Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir gün;

– Ey insanlar, Allah size haccı farz kıldı, artık siz de haccedin, buyurdu. O sırada Ashab-ı Kiram’dan biri;

– Her sene mi ya Rasulullah, diye sordu.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem önce cevap vermeyip sustu. Adam sorusunu üç kez tekrarlayınca şöyle buyurdu:

– "Eğer 'evet' deseydim hac her sene farz olurdu ve siz ona güç yetiremezdiniz!"

Sonra da şöyle buyurdu:

"Size bıraktıklarımla yetinin (fazla irdelemeyin). Size neyi yasakladıysam ondan sakının ve size neyi emrettiysem onu gücünüz yettiğince yerine getirin. Sizden öncekiler çok soru sormaları ve peygamberlerine muhalefet etmelerinden dolayı helâk oldular" (Buhârî, İ'tisâm 2; Müslim, Hac 412)

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme itaat, Allah Tealâ’ya itaattir. Bu husus birçok ayet-i kerimede de açıkça belirtilir. O’nun emrettiklerini yerine getirmek, nehyettiklerinden sakınmak bir zorunluluktur. Aynı şekilde dinî konularda lüzumsuz soru sormak, Kitab-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’nin belirlediği hususlarda ihtilafa dalmak veya itiraz etmek yasaklanmıştır. Aksi tutum sergileyenlerin sonu hüsrandır.

Hadis-i şerife göre bazı hükümler, vahyin indiği o dönemde ümmete kolaylık olsun diye genel ifadelerle bildirilmiş, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme uyarak anlaşıldığı şekilde amel edilmesi talep edilmiştir. Soru sorarak bu tür hükümlerin detaylandırılmasına ve sınırlanmasına vesile olmak dinî zorlaştıracağı için yasaklanmıştır. Geçmişte bazı ümmetler, peygamberlerin açıklamalarıyla yetinmeyip gereksiz sorularla dinî emirleri yaşanılamaz hale getirmiş ve ihtilafa düştükleri için helâk olmuşlardır.

Hükümlerle ilgili her soru aynı zamanda bir sınırlamadır. Sorular çoğaldıkça sınırlar daralır, sınırlar daraldıkça sıkıntılar artar. Dolayısıyla Rahmet Peygamberi Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, ümmetin iyiliği için İslâm’ın esasları inzal olurken böyle davranışlara müsaade etmemiştir. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem buyurmuştur ki:

"Şüphesiz Allah birçok şeyi emretmiştir, onları ihmal etmeyin. Ve birtakım sınırlar koymuştur, onları aşmayın. Bazı şeyleri de haram kılmıştır, onları ihlâl etmeyin. Bazı şeylere de unuttuğu için değil, rahmet olsun diye sükût buyurmuştur, onları da araştırmayın." (Nevevî, Bostânü’l-Ârifîn, 44; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 1/176)

Bir başka hadis-i şerifte de şöyle uyarmıştır: "Müslümanlardan vebali en ağır olanı, daha önce haram olmayan bir şeyi soru sorarak müslümanlara haram olmasına sebep olanıdır." (Buhârî, İ’tisam, 7289; Müslim, Fezâil, 2358)

Bu sorularla gereksiz detaylara inip işi zorlaştırma hali vahyin gönderilme süreciyle ilgilidir. Din kemâle erdikten, vahiy dönemi kapandıktan sonra soru yasağı da sona ermiştir. Aksi halde İslâmî ilimlerin düzenlenmesi ve detaylandırılması mümkün olmazdı. Dolayısıyla hadis-i şerif, dinî vecibeleri öğrenmek maksadıyla soru sormayı, dinen bilinmesi zorunlu alanlarda ehlinin araştırma yapmasını yasaklamaz.

Müslüman dinini yaşamak, karşısına çıkan türlü çeşit hususlarda Cenab-ı Hakk'ın emrine göre hareket etmek için elbette hükümleri bilmek ve ona göre amel etmek zorunludur. Bu da sorup öğrenmeyi gerektirir.

Hadis-i şerif, hükümlerle ilgili genel bir kaideyi; yasaklardan mutlak surette sakınmayı, emirlerin ise herkesin gücü nisbetinde yerine getirmesi gerektiğini de açıkça ortaya koymaktadır.

Dinî yasaklar, sorumluluk çağındaki herkesin isterse sakınabileceği durumlardır. Büyük günahlardan tenzihî mekruha kadar hangi seviyede olursa olsun bütün yasaklar sakınılması istenen durumlardır. Özellikle dinin esaslarını inkâr etmek, şirk koşmak, adam öldürmek, içki içmek, hırsızlık, gıybet, yalan söylemek gibi büyük günahlar, basit bir kararlılıkla sakınması mümkün olan yasaklardır.

Dinî emirlere gelince... Namaz, oruç, zekât, hac, cihad, ana babaya itaat gibi vecibelerden her biri özel bir çaba gerektirir. Bazılarını her müslümanın yerine getirmesi de mümkün değildir. Mesela oruç için sağlık, zekât için zenginlik, hac için hem sağlık hem zenginlik gereklidir.

Hadis-i şerifte emirlerle ilgili yükümlülüğün "güç yetirilmesi" kaydı ile ilişkilendirilmesi, dinde kolaylık prensibinin tezahürüdür. İslâm'da insanın takatini aşan, güç yetirilemeyecek hiçbir sorumluluk yoktur. Nitekim Cenab-ı Hak mealen, "Allah kimseye gücünün üstünde sorumluluk yüklemez" (Bakara 288) ve "Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez." (Bakara 185) buyurmuştur.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de her konuda olduğu gibi, ibadetleri de zorlaştırma cihetine gidenleri şiddetle tenkit etmiş, "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin." (Buhârî, İlim, 69) demiştir.

Ancak dinî emirlerdeki bu kolaylık, sorumluluğun hafife alınabilecek ya da ihmal edilebilecek kadar basit olduğu anlamına gelmez. Dinin sorumlu gördüğü yani "mükellef" olan her kişi dinin emirlerini gücü ve imkânı ölçüsünde yerine getirmek zorundadır. Bu konu ilmihal kitaplarında detaylıca ele alınmıştır. Açıklayıcı olması için şu örnekler yeterlidir:

Sağlığı el vermeyen kimse oruç tutamadığı günlerin fidyesini öder, gidemediği haccı vekâlet yoluyla ifa eder. Ma’rufu emretme ve münkeri önleme hususunda her kişi gücünün yettiği kadar, yani eliyle, diliyle yahut kalbiyle sorumluluğunu yerine getirir. Bu hususta genel yaklaşım, "Tamamı yapılamayanın azı terk edilmez" kuralına göredir.

Hadis-i şerif dolaylı olarak, dinin herhangi bir sınırlama bildirmediği hususların mübah olduğunu, mübahlar için de ayrıca delil aramanın gerekmediğini işaret etmektedir. Şer’an sınırlayıcı bir delil olmadığı durumlarda asıl olan mübah, yani helal hükümdür. Mübah yahut helal, sınırlama veya kaydın olmadığı anlamına gelen fıkhî kavramlardır. Dolayısıyla bir şeyin mübah/helal olmadığının; farz, vacip, haram yahut mekruh olduğu iddiası ispatı gerektirir. İddianın dinî bir dayanağı olup olmadığına bakılır.

Dinin hükümleri Allah Tealâ’ya aittir. İnsanın istek ve tercihine göre belirlenmemiştir. Dinin bilinen emirleri üzerinde tartışmak, faydası olmadığını bildiği halde hikmetinden, sebebinden sual ederek aklı bu yönde zorlamak, mâlâyâni ile uğraşmaktır. Bu da müslümana fayda değil zarar verir. Nitekim Kur'an-ı Kerim’de mealen şu uyarı açık ve nettir:

"Allah ve Rasulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah'a ve Rasulü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzab 36)

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Ben müsamahalı ve kolay olan Hanîflik’le gönderildim." buyurmuştur. (Ahmed b Hanbel, Müsned, 5/266; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebir, 8/170) Yine bir hadis-i şerifinde "İşlerin en hayırlısı orta olanıdır." (Beyhakî, Sünen, 3/273, Şuabu’l-İman, 5/661) buyurarak bütün işlerde aşırılıktan sakınmayı emretmiştir. Kolaylığı ve orta yolu seçmek, din ve dünya işlerinin tamamı için geçerlidir.

Dolayısıyla müslüman, yaşadığı toplumda görülebilen aşırılıklardan uzak, dengeli bir hayat tarzı içinde olmak zorundadır.

Dinî uygulamalarda aşırıya gitmeden bildirilenle yetinmek ve teslimiyet göstermek esastır. Aklın ve gücün yetmeyeceği hususlara dalmak, altından kalkılamayacak işlerle meşgul olmak dini zor ve yaşanılamaz hale getirmek demektir. Bütün bu davranışlar her yönüyle kolaylık olan İslâm’a ve onun mensuplarına zulümdür. Halbuki kul, teslimiyet gösterip samimiyetle dinini gücünün yettiği kadar yaşasa inşallah kurtuluşa erecektir.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy