İslâm bütün insanlara rahmet olarak gönderilmiştir. Bunun manası, İslâm insanların faydasına olan her şeyi temin etmek, zararına olanları da bertaraf etmek ister. Peygamberlerin gönderiliş maksadı insanlara doğruyu, adaleti, kardeşliği, gerçek imanı öğreterek onlara rahmet olmaktır. Nitekim peygamberlerin sonuncusu Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem hakkında Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ 107)
Dinin üç hedefi
Buna göre şer’î hükümlerin üç temel gayesi vardır. Bunlar üç ana başlık altında toplanır: “Zarûriyyât, hâciyyât ve tahsiniyyât”...
İslâm hukukunun “zarûriyyât” kapsamında korumak istediği hedefler, insan hayatının korunması ve toplumun varlığını istikrarlı bir şekilde devam ettirmesi için gerekli olan bütün hususlardır.
“Hâciyyât” kapsamında olanlar ise insanların rahatça ve kolaylık içinde yaşayabilmeleri için ihtiyaç duydukları faydalı şeylerdir. İslâm insanların sıkıntısız yaşayabilmeleri için de bazı hükümler getirmiş; bu yöndeki uygulamaları korumayı da hedeflemiştir.
Tahsiniyyât kabilinden olanlar ise insanların üstün ahlâk, edep, olgunluk ve güzel davranış üzere yaşamasını temin eden hususlardır. Tahsiniyyât göz ardı edildiğinde belki insanların hayat düzeni bozulmaz, sıkıntı ve darlık içine düşmezler. Fakat hayatlarına güzel ahlâk, selim fıtrat, vakar ve haysiyetli olmanın verdiği güzellikler aksetmemiş olur. Buna göre tahsiniyyat kapsamındaki hüküm ve uygulamalar, üstün ahlâk ve âdetlere uygun düşen, iyi ve faziletli olma hedefine yönelik bütün durum ve davranışları korumayı hedefler.
“Canın korunması” ilkesi
İslâm’ın korumayı gaye edindiği “zarûriyyât”a tekrar dönecek olursak; bunların korunması hayatî önem taşır. Çünkü bunların yok olması durumunda, hayatın düzeni bozulur, insan onurunu koruyamaz, toplumda kargaşa çıkar, fesat hâkim olur, dünya huzuru ve âhiret saadeti yitirilmiş olur. İslâm, getirdiği hükümlerle bu değerleri korumayı hedefler.
Zarûrî maslahatlar beştir: Dinin korunması, canın korunması, aklın korunması, neslin korunması ve malın korunması... Dünya ve ahiret saadeti bu beş esasın muhafazasına bağlı olduğu için İslâm bunlara büyük önem vermiş, gerekli hükümleri koymuştur.
Canın korunması için öncelikle insanın rızkını helalden temin ederek sağlıklı beslenmesi emredilmiş, sağlığa zararlı yiyecek ve içecekler haram kılındığı gibi, vücudu zafiyete uğratacak davranışlardan kaçınılması istenmiştir. Bir insanın yaşaması bütün insanlığın yaşaması kadar önemli tutulmuş, bir cana kıymak da bütün insanlığın öldürülmesi kadar ağır bir cinayet kabul edilmiştir. Her insan için yaşama hakkı kutsal sayılmış, adam öldürme ve yaralamanın her şekli büyük günah sayılmış ve haksız yere bir cana kıyanın bunu canıyla ödemesi ceza olarak belirlenmiştir ki buna “kısas” denir. İslâm hukukundaki kısas, diyet ve hataen adam öldürmedeki kefâret gibi cezalar hep canı korumaya yönelik hükümlerdir.
Bunun yanında bir insanın kendisini tehlikeye atması da yasaklanarak hayatın devamı için her türlü tedbiri alması istenmiştir. Canı korumak demek, ferdin kendi hayatını koruması kadar toplumun sağlığına zarar verecek ve tehdit oluşturacak her şeyden uzak durması demektir. Çünkü insanlığın varlığını sürdürebilmesi için bazı temel haklarını sürekli muhafaza etmesi ve bunların kesintiye uğramasına izin vermemesi gerekir.
İslâm’ın tıp bilimine yaklaşımı
İslâm hukuku kaynaklarında tıp, öncelikle öğrenilmesi gereken ilimlerden sayılmıştır. Çünkü tıp ilmi sayesinde insan sağlığı korunabilmektedir. Bu nedenle İslâm hukukçuları tıp ilmini öğrenmenin ve uygulamanın da farz (farz-ı kifaye) olduğunu söylemişlerdir. Hatta bir yerde tek doktor bulunuyorsa bu doktorun hastaları tedavi etmesi ve hekimliğin gereklerini yerine getirmesi kendisi için farz-ı ayn kabul edilmiştir. Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellemin tıp ile ilgili hadislerinde hastalıklar ve tedavi usulleri kadar hastalıklardan korunma yolları da konu edilir.
Bir gün bir gurup bedevî Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin yanına gelmişler ve şöyle bir soru yöneltmişlerdi:
– İslâm’da ilaç kullanmak suretiyle tedavi olmak meşru mudur?
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle cevap vermiştir:
– Evet, ey Allah’ın kulları. Tedavi olun. Çünkü Allah, ihtiyarlık dışında çaresini vermediği hiçbir hastalık yaratmamıştır. (Buhârî, Tıb 1)
Bir başka hadisinde ise;
“Eğer sen hastalığı kesinlikle iyileştiren ilacı bulmuşsan, Allah’ın takdir ve emriyle hasta iyileşir.” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 371)
Diğer taraftan Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselam, hastalanan ve yaralanan sahabilerine, teşhis ve tedavi konularında çok başarılı olduğu, hangi hastalığa hangi ilacın verileceğini iyi bilen Taifli Hâris b. Kelede radıyallahu anha muayene olmalarını tavsiye etmiştir.
Kaynaklarda Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin onun hekimliğine güvendiği, hastalanan sahabilere tavsiye ettiği, Veda Haccı sırasında kalbinden rahatsızlanan Sa’d b. Ebî Vakkas radıyallahu anhı ziyarete gittiğinde Hâris b. Kelede’yi çağırtarak onu tedavi ettirdiği bilinmektedir. (İbnü’l-Esîr, İsâbe, I, 413)
İslâm ve “koruyucu hekimlik”
İslâm’da hastalığın tedavisinin önemi kadar hastalığın zuhur etmemesi için de tedbirler alınmıştır. Gusül, abdest gibi ibadetlerle daima temizlik emredilmiş, temiz elbiselerin giyilmesi namazın sıhhat şartlarından sayılmış, insan fıtratına uygun olan yiyecekler helal olarak kabul edilmiş, haşerat türünden ve tiksinti veren yarasa, yılan, fare gibi hayvanların yenmesi yasaklanmıştır. Ortaçağ Avrupası’nda kara ölüm olarak bilinen veba, tâun türü hastalıklar milyonlarca insanın ölümüne sebep olurken, İslâm’ın hâkim olduğu topraklarda bu türden hastalıkların az görülmesi ve kitlesel ölümlere sebep olmaması yine İslâm’ın temizliğe verdiği öneme bağlanmıştır.
İslâm, hastalığın tedavisini emrettiği gibi günümüzde “koruyucu hekimlik” denilen yöntemlerle de hastalığın ortaya çıkmasını ve ilerlemesini önlemek istemiştir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, “Şayet bir yerde tâun hastalığı olduğunu işitirseniz oraya girmeyin. Bir yerde tâun hastalığı çıkarsa ve siz orada bulunursanız tâundan kaçarak oradan çıkmayın.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 42: 53) hadisi ile karantina uygulaması tavsiyesinde bulunmuştur.
Bu hadis-i şerifte bulundukları yerden ayrılmama yönünde uyarıda bulunulan kişilerin sadece hastalığa yakalananlar olmayıp, salgın hastalığın baş gösterdiği bölgede bulunan kişilerin tamamını kapsaması dikkat çekici bir durumdur. Çünkü hastalığa sebep olan mikrop ya da virüse maruz kalmış fakat hastalık belirtilerinin henüz görülmediği kişi, kendisinin hastalığa yakalanmadığını düşünerek bulunduğu yeri terk ettiğinde yine hastalığın yayılmasına sebebiyet verecektir. Modern tıbbın ancak asırlar sonra keşfettiği bu uygulama, İslâm’ın hak din olduğunu ispat eden hususlar arasında zikredilebilir.
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem karantina bölgesinde bulunan kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini de açıklamıştır. Abdullah b. Ebî Evfâ radıyallahu anhın anlattığına göre Efendimiz aleyhissalâtu vesselam ona şöyle demiştir: “Cüzzam hastalığı olanla aranda bir veya iki mızrak mesafe bırakarak konuş.” (Ebu Nuaym el-İsfahanî, Et-Tıbbu’n-Nebevî, 1: 355)
Amr b. eş-Şerid radıyallahu anhın naklettiğine göre, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin civar kabilelerden gelenlerin biatları kabul ettiği bir zamandı. Sakif heyetinin içerisinde cüzzamlı bir adam vardı. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem o adama bir haberci göndererek, Mescid’e kadar gelmesine gerek olmadığını işaret ederek; “Biz senin biatını kabul ettik, sen şimdi geri dön.” buyurdu. (Müslim, Sahih, Tıb 27) Gönderdiği elçi bu kişinin gönlünü kırmadan biatının kabul edildiğini artık geri dönebileceğini gidip haber verdi.
Yine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin hanımlarından birinin gözünün iltihaplanması üzerine başkasına bulaştırmaması için iyileşinceye kadar karantinada bekletmesi en çarpıcı örneklerden biridir.
Devletin tedbir emirleri
Bulaşıcı hastalığı olanların insanların arasına girmelerine yasak getirilebileceğini taun, veba ve cüzzam hastaları ile ilgili rivayetlerden açıkça anlayabiliyoruz.
İbn Mulakkin el-Mısrî (v. 804/1401) bu rivayetleri inceledikten sonra şöyle demiştir: “Bu türden salgın hastalıklara maruz kalanların mescide ve sair yerlerde insanların arasına girmesine, topluma karışmasına engel olunur. Hz. Ömer radıyallahu anh cüzzamlı bir kadının Kâbe’yi tavafa girdiğini görünce ona; “Ey Allah’ın kulu! Evinde otur ve insanlara eziyet etme.” buyurmuş, kadına Kâbe’yi ve mescidi yasaklamıştır. (İbn Mulakkin, et-Tevdîh li Şerhi’l-Cami’i’s-Sahih, 27: 426)
Gerek Kur’an-ı Kerim’de gerekse hadis-i şeriflerde insanoğlunun başına gelecek hastalık ve musibetler ile bunlara karşı alınacak önlemlerden bahsedilmiştir. Özellikle salgın hastalıklar baş gösterdiğinde, tecrid, yani karantina ve sosyal mesafe gibi koruyucu hekimlik ilkelerine riayet edilmesi emredilmiş, bunların ihlali kul haklarının ihlali olarak sayılmıştır. Devletin koymuş olduğu kuralların ihlal edilmesi durumunda hastalığı yayan her bir taşıyıcı, insanlara zarar verme vebalini ve bulaştırdığı kişinin ölmesi durumunda can kaybına sebep olma cürmünü işlemiş olmaktadır.
İslâm, bela ve musibetler karşısında ümitsiz ve karamsar olmayı da doğru bulmaz. Her türlü yol ve yöntemin kullanılması helal haram sınırları içerisinde tavsiye edilmiş, hatta belli durumlarda emredilmiştir. Her türlü hastalıkta tedavi için çaba gösterilmesi bir emirdir. Tedaviyi terk etmek, hayatî tehlike ihtimali varsa haramdır. Aynı şekilde salgın hastalıklarla mücadelede yakın ve uzak mesafeli tecrit ve karantina tedbirlerine titizlikle uymak dinî bir emirdir. “Başımıza geldi ne yapalım” tavrıyla ümitsizliğe ve yılgınlığa düşmek makbul değildir.
Bu gibi hastalık durumunda müminin iki türlü tavrı olmalıdır: Zâhirî sebepleri dikkate alarak hastalıklara karşı tedbirli olmak, korunmak, karantina kurallarına riayet etmek.... Bunlara uymamak manevi sorumluluğu gerektirdiği gibi İslâm hukukunda cezaî müeyyideleri de vacip kılar.
İkincisi, sağlık insana verilmiş olan en büyük nimetlerden biridir. Ancak müminin hastalıklarla sınanması, onun kulluk imtihanı ve günahlarının kefareti olarak değerlendirilir. Bu bakımdan hastalıklar müslüman için şer değildir. Bir taraftan çaresine bakılırken kalben de sabır ve tevekkülle karşılanır. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Tâun hastalığı, Allah Tealâ’nın dilediği kimseleri kendisiyle cezalandırdığı bir çeşit azaptı. Allah onu müminler için rahmet kıldı. Bu sebeple tauna yakalanmış bir kul başına gelene sabrederek ve ecrini Allah’tan bekleyerek bulunduğu yerde ikamete devam eder ve başına ancak Allah ne takdir etmişse onun geleceğini bilirse, kendisine şehit sevabı verilir.” (Buhârî, Tıb 31; Müslim, Selâm 92-95)