Ebu Saîd el-Hudrî radıyallahu anh, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemden şu sözü nakletmiştir: “Müminden başkasını dost edinme, yemeğini de sadece müttaki yesin.” (Ebu Dâvud, “Edeb” (4832); Kelâbazî, Bahrü'l-Fevâid, s. 243)
İkili münasebetler, insan ilişkilerinin gelişmesine katkı sağlayan önemli anlardır. İslâm toplumunda bu tür ilişkileri düzenleyen kanallar çok ve çeşitlidir. Selamlaşma, hediyeleşme, yardımlaşma, sıla-i rahim, zekât, sadaka, ikram, davet, vakıf ve benzeri hayır işleri doğrudan sosyal ilişkileri güçlendiren, toplumda birlik ve dayanışma ruhunu canlandıran kanallardır. Bununla birlikte eğitim öğretim, sohbet, cenaze, düğün, cemaat gibi ortamlar da ilişkileri destekleyen yöntemlerin başında gelir.
'Bana dostunu söyle'
Yöntemler ve ortamlar farklı olabilir, önemli olan bu vesilelerle kurulan ilişkilerdeki maksattır. Az çok demeyip sosyal hayatın selameti için insanların bir araya gelmeleri, Allah rızası gözetilerek dostluk ve dayanışma sergilemeleri dinî bir vecibedir. Müslümanların güçlü ve başarılı dönemlerinin en önemli sırrı, bu dayanışma ruhunun toplumun bütün katmanlarında canlı ve yaygın olmasında yatmaktadır.
Diğer taraftan mümin, dostluk kurarken seçici olmalı, her önüne gelenle ölçüsüz yakınlaşmamalıdır. Girişteki hadis-i şerif işte bu hususta net bir uyarıdır. Müminleri hayırlı olana, dünya ve ahiret selametine katkı sağlayacak ilişkilere yönlendirmektedir. İyilik ve takva ehli kimselerle bir araya gelmelerini, onlarla dostluk ve dayanışma içinde olmalarını, kötü kimselerden ve kötülük işlenen ortamlardan uzak durmalarını, ilişkilerini ahiret faydası esasına göre belirlemelerini tavsiye etmektedir.
Hadis-i şerifin lafzen dile getirilmeyen anlamı kapsamında, ilişkilerdeki bu seçiciliğin kişinin hem kendisi hem de içinde yaşadığı çevre ve toplum için hayırlı olacağını bildirmektedir. Çünkü iyilik de kötülük de bulaşıcıdır. İman ve takva başlı başına hayırdır; sahibine de çevresine de faydası olur. Küfür ve kötülük ise sırf zarardır; sadece yapanı değil çevresini de bozar.
Râgıb el-İsfahânî rahmetullahi aleyh bu hususta şöyle der: "İyilerin sohbetinde hayır vardır; onların meclisinde bulunanlar mutlaka hayırdan nasiplerini alır. Kötülerle dostluk kuranlar ise şerre bulaşır." der.
Hikmet ehli zâtlar demiştir ki: "İyilerle sohbet ve dostluk edene onların bereketi isabet eder. Ashab-ı Kehf’le birlikte olduğu için köpekleri dahi onlara ihsan olunan ilâhî feyz ve bereketten nasipdar olduysa, velî kulların meclisinde bulunan kimse asla zararlı çıkmaz."
Hz. Ali kerremellahu vecheh buyurdu ki: "Günahkârla dostluk yapma. Çünkü o yaptığını sana güzel gösterir ve ona benzemeni ister.”
Bu yüzden büyük zatlar şöyle tavsiyede bulunurlar: "Baktığınızda size Allah Tealâ’yı hatırlatan, sözleriyle sizi hayra sevk eden, hayrınızı çoğaltan kimselerle oturun. Kötülerle oturmaktan sakının; çünkü tabiat tabiatı etkiler, farkında olmazsın."
Nitekim Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Sâlih kimseyle oturan, güzel koku satanın yanında oturan kimse gibidir. Sana sürmese dahi güzel kokusu üstüne siner. Kötü kimseyle oturan ise demirci körüğünün yanında oturan kimse gibidir. İsi bulaşmasa dahi dumanına maruz kalırsın." (Ebu Davud, “Edeb” 4829; İbn Hibban, “Birr ve İhsan” 579 )
Bir başka hadis-i şerifte ise; “Kişi dostunun dini üzeredir; her biriniz kiminle dostluk yaptığına iyi baksın.” buyurulmuştur. (Ebu Davud, “Edeb” 4833; Tirmizî, "Zühd" 2378)
Bir atasözünde “bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim" denilir. Aynı ortamı paylaşıp samimi olan kimseler sadece söz ve davranışlarıyla değil; huy bakımından da birbirlerini etkiler. Öfke, sevinç, hüzün, kibir, hırs gibi haller birinden diğerine sirayet eder. Dünya ehli veya ahiret ehli olma hali de böyle.
Bu durum sadece insana ait bir özellik değildir; hayvanlarda ve bitkilerde de aynı etkileşim görülür. Mesela Bedevîler huysuz bir devenin uysal develerin yanında uysallaştığını, uysal devenin ise huysuz develerin yanında huysuzlaştığını bilir ve buna göre hayvanlarını terbiye eder. Pek çok yeşil bitkinin solmuş bitkilerin yanında canlılığını kaybettiği de bilinmektedir. Tabiatı gereği değişime yatkın olan insanın çevresindekilerden etkilenmemesi ise elbette mümkün değildir. "İnsan" kelimesine verilen bir mana da "ünsiyet kuran" demektir. Ünsiyet ise bağlanmak, ilişki kurmak, yakınlaşmak anlamına gelir. İnsan ünsiyet kurduğu şeyle yakınlaşır; hayırsa hayır, şerse şerre aşina olur, alışır.
Kiminle hemdem olalım?
Hadis-i şerif birbiriyle irtibatlı iki meseleye açıklık getirmektedir. Birincisi müslümanın kimlerle dost olması gerektiği, ikincisi ise ikili ilişkilerde kime ve neye öncelik vermesi gerektiğidir. Buna göre müslüman ancak müslümanlarla dost olabilir. Çünkü iman, inananları birbirine bağlayan, kardeş kılıp yakınlaştıran ve aynı çatı altında toplayan kutsal bir bağdır ve müminler hem birbirlerinin kardeşi hem dostudur. Bu şuurla kurulan dostluk ve ilişkiler Allah Tealâ'ya yakınlık vesilesidir, ibadet kapsamında değerlendirilir. Bu kuralın dışına çıkanların ise iman veya teslimiyet sorunu var demektir. Çünkü dostluk ileri seviyede bir yakınlık ilişkisidir; özellik ve seviyeleri birbirine yakın kimseler arasında kurulur.
İmam Kelabâzî rahmetullahi aleyh hadis-i şerifin şerhinde şunları kaydeder: Yemek yedirmek dostluk, samimiyet, ünsiyet kurmaya vesiledir. Mümin, samimiyetin gereği Allah Tealâ’nın kendisine bahşettiklerinden takva ehli kimselerle paylaşarak hem hayra vesile olur hem de nimetin şükrünü eda eder. Çünkü takva, Allah Tealâ’dan sakınan ve özenle O’nun emirlerine uyan, yasak ve şüpheli şeylerden uzaklaşan kimselerin vasfıdır. Bu özelliklerinden dolayı onlara gösterilen ilgi, Cenâb-ı Allah’a yakınlık vesilesidir. (Kelabâzî, Bahrü'l-Fevâid, s. 243-244)
Bu mananın zıddına, yemeği Cenâb-ı Hakk'a nankörlük veya isyankârlık eden kimselerle paylaşarak dostluk ve ünsiyet kurmaya vesile yapmak, nimete nankörlük ve nefsin bir aldatmasıdır. Hayrı vesile yaparak kötülerle ünsiyet kurmak yanlışı ödüllendirmek anlamına gelir. Bu duruma düşen kimse dinî hassasiyetini kaybetmiş olur, bir müddet sonra ünsiyet kurduğu kimselere tâbi olma riski vardır.
İmam Suyûtî rahmetullahi aleyh, yemekte olduğu gibi samimi dostlukların oluşmasına vesile olan karşılıklı sohbet, arkadaşlık gibi bütün ikili münasebetlerde seçici olmanın; takva ve verâ ehlini tercih etmenin dinî bir vecibe olduğunu söyler. Bunun dışındaki kişilerle ilişkilerin sınırlı kalmasını, ihtiyaç dairesini aşmaması gerektiğini hatırlatır. (İbn Allan, Delîlü’l-Fâlihîn, 3/229-230)
İfsat ortamları
Dolayısıyla bir şekilde kurulmuş ilişkileri takva, verâ gibi dinî hassasiyetlerden taviz vererek dostluk ve ünsiyet mertebesine çıkarmak yanlıştır. İster doğrudan ister sanal ortam gibi dolaylı yollarla inançsız ve müfsid kimselerle bilerek ve isteyerek aynı ortamları paylaşmak, hal ve tavırlarına ortak olmak müslümanlar için tehlikeli ve yanlıştır. Çünkü şeytan ve avanesi inananları saptırmak için mevcut fırsatları değerlendirme ya da fırsat oluşturma hususunda gayet beceriklidir. Akılla, polemikle onunla mücadele etmek mümkün değildir.
Maalesef bugün müslümanlar, kaynağı kimde ve ne olduğu belirsiz ilişki ve iletişim ağlarına dâhil olmakta pek sakınca görmüyorlar. Bu hususta iyi niyet, kendine güven, sağlam inanç ve teslimiyet sorunu çözmez. Allah Tealâ’nın inayetine sığınmak ve uzak durmak gerekir. Zararlı ve şüpheli ortamlardan sakınmak, müslümanın kimlik, kişilik ve mahremiyet meselesidir. Sakınanı ise Allah Tealâ korur.
Yanlış ve şüpheli ilişkilerin bir zararı da ibadet ve taate vesile olacak hakiki dostlukların ve ilişkilerin ihmaline, inananları birbirinden uzaklaşmasına sebebiyet vermesidir. Çünkü birine harcanan enerji ve zaman diğerinin aleyhinedir. Hayırdan ödün vererek sermayeyi zararlı ve boş işlerde harcamanın sonunun nedamet olacağı bellidir.
Herkes kendi tecrübe ve gözlemleriyle bilir, harama ve günaha müptela olanlar çevrelerini de etkiler. Onlarla ünsiyet kuranlar da bir müddet sonra aynı duruma düşer. Günahın çok işlendiği yerde kişi günah işlemese dahi takva hassasiyetini kaybeder; zamanla günah ona basit gelmeye başlar. Gözün sürekli gördüğü şeye gönül aşina olur. Bu bir fitnedir; bu duruma düşenin zarar görmeden kurtulması ancak Allah Tealâ’nın inayetiyle mümkündür.
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem müminleri, zarar görmemeleri için inanç ve teslimiyeti olmayan veya maneviyata zararı dokunabilecek kimselerle dostluk kurmamaları hususunda uyarmıştır. Onlarla olan ilişkilerin sınırlı ve ancak nasihat, hakkı tavsiye şartıyla olması gerektiğini bildirmiştir. Ayrıca göz göre göre yanlışa sessiz kalmak, dinen sakıncalı olanın işlenmesine göz yummak, emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i ani’l-münker sorumluluğuna aykırıdır.
Başkasına yedirmek
Hadis-i şerifteki “yemeğini sadece takva sahibi yesin” emri, iman ve takva dairesinin dışındakilere yemek yedirmemek anlamına gelmez. Meselenin özü yemek değil, inanç ve ahlâkî hassasiyeti olmayan kimselerle ünsiyet kurulmamasıdır. Bu hususta Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş –dost- edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar.” (Âl-i İmrân, 118)
Ayet-i kerimenin tefsirinde Râgıb el-İsfahânî rahmetullahi aleyh şunları kaydeder: “Avamdan kimselerin nefsinin hevâsına uyanlarla ve bid'at ehliyle oturup kalkmaları, ayartılma tehlikesi taşıdığından mekruh görülmüştür. Yeterli bilgi ve donanıma sahip olmadan onlarla ünsiyet kuran kimsenin durumu, sürüden ayrılıp kurtla baş başa kalan kuzuya benzer." (ez-Zerîa, s.177.)
Hikmet ehlinden bazıları demiştir ki: Cenâb-ı Allah’ın domuz etiyle ilgili yasağının bir hikmeti, müslümanların Cahiliye döneminden itibaren hıristiyanlarla süregelen dostluk ve ünsiyet bağlarını sonlandırmak içindir. Nitekim onlar her fırsatta müslümanları inanç ve ibadetlerinde kuşkuya düşürmeyi adet edinmiş bir topluluktu. Onların en fazla tükettikleri ve insanlara sundukları yemek genellikle domuz etiyle yapılanıydı. Dolayısıyla bu hayvanın eti ve diğer her şeyi necis sayılmak suretiyle bu ilişkiler sınırlandırılmış ve asgari düzeye indirilmiştir.
Münasebetler hususunda ilim ve hikmet sahipleri için durum farklıdır. Onlar, bütün teçhizatını kuşanmış, askeriyle birlikte harbe çıkan komutanlara benzer. Düşmandan korkuları yoktur, çünkü neyle karşı karşıya bulunduklarını bilirler. İlişkileri de Cenâb-ı Allah’ın rızasına uygundur ve nasihat, hakkı ortaya koyma ve tavsiye amacını taşır. İrşad, tebliğ ve cihad bağlamında değerlendirilir. Dolayısıyla inkârcı, bid'at ehli yahut fâsık kimselerle sınırlı ve seviyeli ilişkiler dinen mahzurlu değildir. Aksine, bu tür münasebetler hayra, hidayete veya yanlışların düzelmesine vesile olacaksa cihad hükmünü alır ki, Allah’ın seçkin kullarının vazifeli oldukları en önemli sorumluluklardan biridir.
Nitekim Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de kalpleri imana ve İslâm'a ısınsın diye her kesimden insanlara iyilikte bulunmuş, haklarında hayır tavsiye etmişlerdir. Bir hadis-i şeriflerinde buyurur ki: “Hak etsin ya da etmesin herkese iyilikte bulun. İyilik yaptığın kimse ehli değilse bile sen daima iyilik ehlinden ol.” (Kudâî, Müsned, 747)
Dolayısıyla inkârcı olsa dahi insanlara iyilikte bulunmak, yemek yedirmek caizdir. Cenâb-ı Allah mealen: “Kendi (ihtiyaç ve) isteklerine rağmen onlar yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (İnsan 8) buyurarak, kim olursa olsun ihtiyaç sahibine yemek yediren müminleri övmüştür.
Neticede hadis-i şerif, dost edinme ve yemek yedirme hususunda ilkeli olmayı, seçici davranmayı, iman ve takva ehli dururken inkârcı, fâsık ya da bid'at ehline iltifat etmemeyi tavsiye etmektedir. Özellikle hayra tahsis edilen kaynak sınırlı ise takva ehlinin tercih edilmesi daha da önem kazanır.