Aramak

Takva ve Örf

Halim Sabit

İslâm Mecmuası - 13. Sayı

7 Ramazan 1332 [30 Temmuz 1914]

Dinin hüküm belirtmediği hususlarda belirleyici olan örftür. Takva da dinin belirlediği hükümlere uymak ve hükmün olmadığı yerlerde örfün yönlendirmesiyle hareket etmektir. Fakat bugünkü “gelenek ve halkın benimsediği adet” anlamındaki örften bahsetmiyoruz. Bu hususta belirleyici olan örf, yazarın da tarif ettiği gibi “Yalnız nûr-u ilâhî ile bakan vicdân-ı umumiye”dir. Yani müminler topluluğunun iman nuru ile bakan vicdanının neyin iyi neyin kötü olacağını sezmesi.

Hazret-i Allah buyuruyor ki: “Allah’a göre en iyiniz, en ziyade ittikâlı olanınızdır.” (Hucurât 13) Ebu Said el-Hudrî radıyallahu anh diyor ki, bir gün Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellemin huzuruna birisi gelerek, “Ey Allah’ın peygamberi, bana tavsiye et” dedi. Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem de: “Allah’tan korkmayı iltizam eyle. Çünkü bütün hayır burada toplanır. Bir de cihad et; bu da müslümanın ruhbanlığıdır. Ve Allah’ın zikrini de unutma; çünkü bu senin için nurdur” buyurdu.

İmam Sehl b. Abdullah kuddise sırruhû derdi ki: “Yardımcı ancak Allah, delil de ancak Rasulullah’tır. Azık takvadan, amel de buna sabretmekten ibarettir.

İmam Cerîrî kuddise sırruhû derdi ki: “Allah ile kendisi arasında takva ve murâkabe hâkim olamayan kimse, keşf ve müşâhede derecesine erişemez.

İmam İbn Atâ kuddise sırruhû derdi ki: “Takvanın zâhiri ve bâtını vardır; Zâhiri (şer‘î ve örfî) hududu muhafaza etmekten, bâtını da niyet ve ihlâstan ibarettir.

İmam Kuşeyrî kuddise sırruhû der ki: “Takvanın aslı şirkten sakınmaktır. Sonra nefsi günahlardan ve fenalıklardan kurtarmak gelir. Şüpheli şeylerden sakınmak da üçüncü derecesini, fuzûliyâttan (pek de lüzumu olmayan işlerden) sakınmak da en son tabakasını teşkil eyler.

Selef-i sâlihinin büyükleri takvanın tarifi hususunda muhtelif sözler söylemişlerdir. Fakat İmam Kuşeyrî kuddise sırruhûnun bu tarifi hepsine nazaran daha şümullü (kapsamlı) ve daha amelîdir (uygulamaya dönüktür). Aynı zamanda dikkat edilirse görülüyor ki bu tariflerin hepsi de bir noktada birleşirler: “Mârufu iltizam edip münkerâttan ictinab etmek.” (Dinin iyi ve güzel gördüklerini tercih edip, yanlış ve kötü gördüklerinden sakınmak.)

Takva ehlinin çoğuna göre takva, müsbet ve menfi iki mefhûmu ihtivâ eder. (Yapmak ve yapmamak şeklinde iki anlamı kapsar.) Şu hale göre hakikat-i takvanın fiil ve terk suretinde tecelli etmesi lazım demektir. Bir müttakînin daire-i fiili (yapıp etmeleri) iman-ı billah (Allah’a iman) ile başlayıp, farziyet, vücûb, mesnuniyet (sünnet), nedb-i hükm-i şer’îler (mendup hükümler) ile şer’i şerîfin sükût edip (bir hüküm belirtmeyip) yalnız nûr-ı ilâhi ile bakan vicdân-ı umumiyenin (iman nuru ile neyin iyi neyin kötü olacağı hakkındaki kalp sezgisinin) yani örfün gizliden gizliye hüsün verdiği (güzel gördüğü) mübahlar dairesine kadar ilerler. Aynı zamanda bir müttakînin daire-i terkî (terk etmeleri) de şirk-i billâh’tan (Allah’a ortak koşmaktan) başlayarak haramlar, mekruhlar dahil olduğu halde mübâhat dairesinde vicdân-ı umumiyenin inceden inceye beğenmediği noktalara kadar uzanır. Hatta rivayet edildiğine göre Ebu Hafs rahmetullahi aleyh bu vadide daha ileri giderek “Takva yalnızca helaldedir; başkasında değil.” buyurmuşlardır. Zaten şer’i şerif, mübâhat ve helal dairesinde sâkit bulunduğundan (bir hüküm vermediğinden) buradaki hüsün ve kubuh (iyi ve kötü) ve dolayısıyla buradaki fiil ve terk doğrudan doğruya örfün rehberliği ile taayyün eder (belirlenir).

İşte erbâb-ı takva ve tasavvufun en ileri gelenlerinden İmam Kuşeyrî kuddise sırruhû takvanın tecelliyatını şöyle canlı misaller ile izâh ediyor:

Hazret-i Ebu Hanife rahmetullahi aleyh borçlusunun duvarında gölgelenmekten hazer ederdi (çekinirdi).

Ebu Yezid el-Bistâmî kuddise sırruhû Hemedan’da iken biraz hububat aldıydı. Bu sıralarda yola çıkarak Bestam’a gitmesi lazım geldi. Fakat Bestam’a gelince artıp kalan hububat üzerinde iki karınca bulunduğunu gördü, müteessir oldu. Bunun üzerine tekrar kalkarak Hemedan’a geldi ve karıncaları kendi memleketlerine getirdi.

Bir gün Ebu Yezid el-Bistâmî kuddise sırruhû sahrada yürürken elbisesini yıkamış idi. Fakat kurutmak için yer bulamadı. Oradaki bahçe duvarı başkasının idi, onun için oraya asılamazdı. Ağaca asarsa budaklarını kırmak ihtimali var idi. Yere yayarsa otları örtmüş olacaktı; halbuki bu da hayvanların hakkı idi. Onun için arkadaşının muhtelif yollar göstermiş olmasına rağmen elbisesini kendi arkasına alarak kurutmak mecburiyetinde kaldı idi.

Yine bu zat, bir gün cami-i şerife girmiş, âsâsını önüne dikerek namaza başlamış idi. Fakat âsâ yanıbaşındaki bir ihtiyarın yerde dikili olan âsâsı üzerine düşerek onu devirmiş idi. İhtiyar da eğilerek âsâsını eline aldıktan sonra evine gitmiş idi. Fakat Ebu Yezid el-Bistâmî kuddise sırruhû ihtiyarı rahatsız ettiğini düşünerek arkası sıra evine kadar gitti. “Âsâmı iyi dikememiş olduğumdan sizi rahatsız ettim; eğilmek mecburiyetinde kaldınız” dedi ve affını diledi.

Erbab-ı takvadan Atâbetü’l-Gulâm kuddise sırruhûnun bir kış günü bastığı yerde kan ve ter içinde kalmış olduğu görüldü. Sebebini soranlara dedi ki: “İşte ben burada, şu yerde Allah’a günahlı oldum. Bir vakit misafirimin elini silmesi için şu duvardan bir parçasını kopardı idim. Halbuki daha sahibinin affını dilemek mümkün olmadı.”

İbrahim b. Edhem kuddise sırruhûnun derdi ki: “Bir gün Kudüs-i Şerif’te Sahratullah’ın altında geceliyordum. Gecenin bir kısmı geçince gökten iki meleğin inmekte olduğunu görüyor gibi oldum. Aralarında şöyle konuşma cereyan ediyordu:

– Burada olan kimdir?

– İbrahim b. Edhem olacak...

– Ya, hani o derecelerinden bir derecesi eksilen İbrahim...

– Acaba niçin böyle oldu?

– Çünkü bu Basra’da olduğu zaman bir bakkaldan hurma almıştı. Fakat yanlışlık eseri olarak bakkalın bir hurması bunun aldığı hurmalara karıştı idi...

İbrahim b. Edhem kuddise sırruhû diyor ki: “Hemen kalkarak Basra’ya gittim, o bakkalı buldum, evvelce olduğu gibi hurma aldım. Bir hurmayı onun hurmaları arasına atmayı da unutmadım. Sonra dönerek Kudüs’e geldim, Sahratullah’ın altında geceliyordum. Tekrar o meleklerin indiğini görüyor gibi oldum. Fakat bu defa o melek, Hazret-i Allah indindeki derecenin tekrar artmış olduğunu söylüyordu.”

İşte görülüyor ki İmam Ebu Hanîfe rahmetullahi aleyhin borçlusuna ait ağaç altında gölgelenmemesi, Ebu Yezid el-Bistâmî kuddise sırruhûnun iki karıncayı gurbetten kurtarmak için Bestam’dan kalkıp da tâ Hemedan’a kadar gitmesi, Atâbetü’l-Gulâm kuddise sırruhûnun başkasına ait duvarın bir parça toprağı için terlemesi ve âsâ meselesi ve geniş sahrada çamaşır kurutacak yer bulunamaması hep takva ile izah olunuyor. İbrahim b. Edhem kuddise sırruhûnun meselesi de böyle.

Fakat bu hadiseler öyle şeylerdir ki, şer’i şerif bunlar hakkında sükût etmiştir. Bunların terk ve fiili ahkâm-ı şer‘iyeden hiçbiri ile ittisaf etmez (şer’i şerifte bunların yapılıp yapılmaması hakkında herhangi bir hüküm yoktur.) İki karıncayı gurbetten kurtarmak için Bestam’dan Hemedan’a kadar gitmek elbette ne farz ne vacib ne sünnettir. Hurma meselesi de böyle. Sahrada otlar üzerinde çamaşır kurutmak da elbette ne haram ne mekruhtur.

Fakat bütün bununla beraber bu fiil ve terklerin hüsün ve kubuhlarında şüphe etmemek lazımdır. Bunlarda gizli bir hüsün ve kubuh bulunduğu malumdur. Fakat bu hüsün ve kubuh (hükmün açıkça belirtildiği) şer’i mufassal tarafından değil, belki daima canlı ve pâyidâr olan (hükmün açıkça belirtilmediği) şer’i mücmel tarafından verilmektedir. Şer’i mücmel, şer’i mufassala nazaran daha hassastır. Bunları da ancak örfen takdir ederler ve hakikat-i takva da ancak örfe ittiba ile olabilir.

Ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor: “(Rasulüm) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.” (A’râf 199)

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy