Aramak

DOSTOYEVSKI’NIN HELVASI

“Entel” gençlerin çoğunu ağabeyleri, üstadları, büyük saydıkları İslâmcı şair ve yazarlar ne zamandır “Dostoyevski okumayan adam değildir,” “Batı’yı bilmeden kendimizi bilemeyiz” türünden saçmalıklarla yoldan çıkardılar. Bu ağabeylerin gençlere tavsiye ettiği yüzlerce kitaplık okuma listelerinde bir âlimin, bir ârifin, hatta müslüman isimli bir yazarın bile bir tek kitabı yok. Geçen kış Üsküdar Kitap Fuarı’nda imza günüm vardı. Tam işimizi bitirmiştik ki karşı taraftaki bir dergi standından şöyle bir anons yapıldı: “Bugün ünlü yazar Dostoyevski’nin ölüm yıldönümü olduğu için standımızda ruhuna helva dağıtılacaktır. Bekleriz.” İrkildim, şaşırdım, donakaldım. Bulunduğum yayınevi standındaki arkadaşlar “Hocam, size de helva getirelim mi?” deyince “Aman sakın, istemem!” dedim. Üzüntü içinde ayağa kalktım, arkadaşlara şöyle dedim: “Bu anonsu yapanlar eğer mümin iseler bu yaptıkları çok yanlış. Çünkü helva dağıtmak, doğru ya da yanlış, müslümanların müslümanlar için uyguladığı bir âdettir. Bir mümin ölünce onun ardından ölümün acısına karşı bir nebze de olsa ağzı tatlandıran bir ikram, belki sadakadır. İnsanlara faydalı olan herhangi bir şeyi infak edebiliriz. Oradan hâsıl olan sevabı da ölümüzün ruhuna bağışlayabiliriz. Fakat Dostoyevski bizim ölümüz değildir. Bizdeki bu âdeti meşhur bir kâfir için yapmak kendini, örf ve adetlerini hafife almaktır. Kişi müslüman olmayan birisini tazim için yaparsa, Allah muhafaza dinen tehlikeye düşer.” “Entel” olmanın şartı Bu “entel” gençlerin çoğunu ağabeyleri, üstadları, büyük saydıkları İslâmcı şair ve yazarlar ne zamandır “Dostoyevski okumayan adam değildir,” “Batı’yı bilmeden kendimizi bilemeyiz” türünden saçmalıklarla yoldan çıkardılar. Bu ağabeylerin gençlere tavsiye ettiği yüzlerce kitaplık okuma listelerinde bir âlimin, bir ârifin, hatta müslüman isimli bir yazarın bile bir tek kitabı yok. Akâid, ilmihâl kitabı yok. Öyle bir noktaya geldik ki büyük âlimler, bizden olmayan bir şairin, yazarın, filozofun, sinema yönetmeninin altında kabul ediliyor. Kimi İslâmcı çevrelerde Allah Tealâ’dan çok Heidegger zikri yapılıyor. Hadis-i şeriften çok yabancıların sözleri naklediliyor. Üstelik büyük bir huşû içinde... Buradan bir kere daha anlıyoruz ki bizim derdimiz başkası ile değil, kendimizle. Oysa bütün kâfir felsefecilerin, edebiyatçıların, sanatçıların, düşünce adamlarının, siyasetçilerin, ticaret adamlarının alayı bir araya gelse bırakın bir âlimin, en günahkâr bir müminin bile seviyesine ulaşamazlar. Çünkü iman en değerli niteliktir. İnsanı insan eden imandır. Ama o gençler imanın en büyük nimet olduğunu ya bilmiyorlar ya önemsemiyorlar. Şu helva olayı bile tek başına gösteriyor ki maalesef birçok “dindar” görünümlünün kendi imanları ile, yani Allah Tealâ ile olan ilişkileri çok zayıf. İslâm’ın dedikodusunu yapıyorlar, ama Allah Tealâ’ya bırakın dost olmayı, O’nun temel ölçülerini bile hatırlamıyorlar. Neden? Çünkü ilahî ölçüyü bilmiyorlar, bilseler bile önemsemiyorlar, önemseseler de nasıl uygulayacaklarını bilmiyorlar. Hangi işi yaparlarsa yapsınlar, bu gençlerin Allah Tealâ’yı, O’nun muradını, Rasulullah Efendimiz aleyhissalâtu vesselam’ın sünnetini, âlimlerin açıklamalarını unutmamaları gerekirdi. Helva dağıtma fikrini bulurken de, o helvayı birilerine hazırlatırken de, o anonsu o kalabalığın içinde yaparken de eğer gönüllerinde Allah Tealâ olsa idi O’nun ölçüsünü de hatırlarlardı. Yazarken, konuşurken kelimeleri kavramları ona göre seçerlerdi. Hatta Allah Tealâ’nın ölçüsünü umursamamaktan, hafife almaktan, aykırı iş yapmaktan dolayı bırakın pişman olmayı, titrerlerdi. Bu işi gırgıra getirdiklerine göre maalesef büyük bir şaşkınlık içindeler. Akıl neye tâbi? Anmak, hatırlamak demektir. Zikir esas itibariyle budur. Çünkü insan unutkandır, gâfildir. Bu yüzden “Ey iman edenler! Allah’ı çok zikirle zikredin.” (Ahzâb 41) emrini sadece dil veya kalp zikri değil, akıl ve fikir zikri olarak da anlamak gerekir. Yani zikir, sadece kalbi değil aklı, dimağı, düşünmeyi de Allah Tealâ’ya bağlamaktır. Zaten dili ve kalbi Allah Tealâ’yı anmaya alıştırmak aynı zamanda aklı da O’nu anmaya alıştırmak demektir. İşte bu yüzden Efendimiz aleyhissalâtu vesselam, “Sükûtu tefekkür, bakışı ibret olup çok istiğfar eden kurtuldu.” buyurmuştur. Kişi bu şekilde nefsin kanlı uykusundan uyanıp Rabbi’ne nazarını açınca artık başka ölçülere, kendi nefsine, başkalarının beğenisine göre değil, Allah Tealâ’ya ve O’nun Rasulü aleyhissalâtu vesselam’a göre düşünmeye, sormaya, cevap aramaya, karar vermeye, tercih etmeye, sevmeye, nefret etmeye, hüküm vermeye alışır. Kısacası, kalbini Allah Tealâ’ya açanın aklı da Allah Tealâ’ya açılır. Böyle olayları maalesef çokça görüyoruz. Allah Tealâ’dan, Rasulullah Efendimiz aleyhissalâtu vesselam’dan ve imandan bahsedip de hak ölçüleri bilmemek, umursamamak hatta eleştirmek çok yaygınlaşan bir sapkınlık. Mesela geçenlerde bir talebem şöyle dedi: – Ben İmam Gazzâlî’nin bir kitabını okudum, her sayfaya itirazlarımı not aldım. Kendisine sordum: – İslâm ilimlerinde yetkin ve yetkili misin? Talebe: – Ama aklım var hocam, aklıma yatmayan yerleri elbette kabul edemem, dedi. Ben de şöyle devam ettim: – Akıl tek başına ne ilmin ne de varlığın tescilini yapabilir. Akıl bir yardımcıdır. Kalp binicidir, akıl binittir. Kalp nereye gitmek isterse akıl oraya gider. Kalp hangi emri verirse akıl onu yerine getirir. Akıl yaratıcısını anladığında istikamet bulur. Asıl işini yapmaya başlar. O selîm olduğunda, yani Hakk’a bağlanıp teslim olduğunda artık doğru işleri ve düşünceleri üretmeye başlar. Zaten akıl tek başına tasdik edici olsaydı bütün akıl sahiplerinin mümin olması gerekirdi. Ama çok azı öyledir. Ebu Cehil, Firavun, Nemrut, Napolyon, Kant, Dostoyevski, bilgisiz, düşüncesiz değildi ama kalpleri müstakim olmadığı için akılları da müstakim olmadı. Zira iman etmeyenlerin hepsi Allah Tealâ’yı, yani sahibini tasdik eden akıldan mahrumdur. Bir usul ihtiyacı Akıl dediğin de, ilim dediğin de ölçüler içinde anlamlı ve faydalıdır. Bilmek, akletmek, muhakeme etmek hep bir usule, bir bilgi silsilesine tâbidir. “Edille-i şer’iyye” yani “Şeriat’in delilleri” denen ve Kitâb, sünnet, icmâ-i ümmet, kıyâs-ı fukaha şeklinde sıralanan bu silsileyi iyice öğrenelim, özümseyelim. Bu hiyerarşi iman ehlinin herhangi bir konudaki düşünmesini, akletmesini ve davranış tarzını belirler. Ama illâ bizim bugün “dinî” dediğimiz “şer’î” konularda değil. Çünkü müminin her işi zaten dinin içindedir. Mümin için dinin dışında bir şey olamaz. Onun için kulun dinimizin hükümlerini ve usulünü iyi bilmesi gerekir. O yüzden herkese ilim farzdır. Sadece dünyayı ve büyük insan kitlelerini ilgilendiren siyaset, ticaret, düşünce, kültür gibi büyük konularda değil günlük hayattaki anlık işlerde de karar ve hüküm vermek için bu silsileyi çok iyi özümsemek gerekir. Mesela “Bugün beyaz mı kırmızı mı giyeyim?”, “Müdürün bana emrettiği bu iş doğru mu, yanlış mı?”, “Bu dersi nasıl anlatayım?”, “Elime geçen parayı nasıl kullanayım?”, “Bana ters söz söyleyen şu kişiye ne cevap vereyim?”, “Çocuğum yaramazlık yaptı, nasıl terbiye edeyim?” “İki adam kavga ediyor, ben ne yapayım?”, “Derste hoca anlamsız bir şeyler söyledi, kalkıp itiraz mı edeyim yoksa susayım mı?” gibi günlük hayatta karşımıza çıkan sonsuz sorunun Hak ölçüsüne uyan cevaplarını vermek için bu ilme, bilgiye, usule, silsileye sahip olmak şarttır. Ölçüyü kaybedince Hayatta herkes her cevabı bir ölçüye göre verir. O yüzden aynı soruya pek çok cevap verilebiliyor. Ama bunların bir kısmı Allah Tealâ’nın ölçüsüne uygundur, büyük çoğunluğu ise uzaktır, hatta zıttır. Her cevap bir tercih, her tercih de bir karar demektir. Kulun aklı, Hakk’ı tercih ettiği için ona göre cevaplar türetir. Buna kendini alıştırırsa aklı müstakim, selîm olmaya başlar. Uzun uzun düşünmeden de Hakk’a uygun bir ahlâka bürünür. Evet, aklın da ahlâkı vardır. Kalp onu hangi yöne gitmeye alıştırırsa o binit de o yoldan gitmeye alışır. Bir kişi mümin olduğunda aklı bu silsileye teslim olur. Eğer âlim ise o silsilede kendi seviyesindeki tartışmaları yapabilir. Ama kendi ilmî seviyesinin üzerindeki tartışmalara katılamaz. Bu zaten her bilimde kuraldır. Kunduracılıktan müziğe, matematikten mühendisliğe kadar bu böyledir. Kişi bilgisine, yetkinliğine ve yetkisine göre söz sahibi olabilir. Dinimizde hak ölçüyü bilen ve ona uyanın ilmine, kitabına, eserine, sohbetine, hayatına itimat edilir. Önce eleştirmeyiz; önce tahkîk ederiz. Yani bu merak ettiğimiz ibarenin, cümlenin, konunun haklılığını araştırırız. Ama bunu yapabilmek için de, her bilimde olduğu gibi ilim sahibi olmak ve usul bilmek gerekir. Yani bilmeyene taklid, bilene tahkik gerekir. Kaldı ki ilim ehlini ancak o seviyedeki başka bir ilim ehli eleştirebilir. Mesela birisi matematik bölümünde okuyorsa ama daha matematiğin “m”sini bilmeden kalkıp meşhur matematik bilginlerini eleştireceğim derse ona gülerler. Peki, modern bilimlerde haddimizi bilen bizler, söz konusu dinimiz olunca nasıl böyle başı boş bir tutum takınabiliyoruz? Nasıl kafamıza göre söz söyleyebileceğimizi sanıyoruz? Burada büyük bir sıkıntı yok mu? Yani, Allah Tealâ’nın sözü ve muradı, O’nun Mübârek Elçisi’nin sünneti, bu iki kaynağa hem ilim, hem ahlâk olarak bağlanmış İmam Gazzalî rahmetullahi aleyh gibi Rabbânî âlimler -hâşâ- bu kadar hafif mi, önemsiz mi? Din dedikodusu ile dindarlık Bu perişan hâlimizi bir Amerikalı müslüman yazar çok güzel özetlemiş: “Müslümanlar bir asır evvel Allah diyorlardı, şimdi ise İslâm diyorlar.” Yani Allah Tealâ’nın aslımız, sebebimiz, evvel ve âhirimiz, bize bizden yakın olduğunu unutup O’nun sadece dedikodusunu yapıyoruz. Sanki O’nunla alâkamız yokmuş gibi davranıyoruz. İslâm diyor ama takvayı küçümsüyor, siyaseti ve güç peşinde koşmayı yüceltiyouz. İslâm diyoruz ama Kur’an, sünnet, imamlar ve âlimler -hâşâ- sanki yokmuş gibi kafamıza göre konuşuyor, hüküm veriyor, yol çiziyoruz. Bu dinin adı “kafa dini”dir, İslâm dini değildir. İslâm bağlanmak, teslim olmak demektir. Bu teslimiyet Allah Tealâ’ya, Rasulullah aleyhissalâtu vesselam’a, aynı zamanda sahabi efendilerimize, onların talebeleri olan imamlara, imamların ilmine ve irfanına bağlı âlimlere ve âriflere de bağlanmak demektir. İslâm, görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen, maddî ve manevî bütün varlığın aslının Allah Tealâ olduğunu tasdik etmektir. Bugün dikkat edersek mucizeler, miraç, keramet gibi manevi olan ne varsa birileri onlara Batılı ve bâtıl kafalarına uymadığı için saldırıyor. Aslında imanlarını, dinlerini yok ediyorlar. Çünkü din zaten maneviyat demektir. Yoksa ideolojiler, felsefeler, siyasî partiler, bilimsel teoriler de bir şeyleri açıklıyor, çareler gösteriyor, nasıl yaşamak gerektiği üzerine çözümler sunuyor. Yani bunlar da kendilerini din gibi gösteriyor. Oysa bunlar Hakk’a, O’nun ölçülerine uymadan sahtedir, boştur, müfsiddir. Kişi, gâib olan yani görünmeyen Allah Tealâ’ya, yine görünmeyen meleklere, kazâ ve kadere, cennete cehenneme inanmadıkça mümin olamaz. Görünenleri tasdik etmek kolaydır. Mesele görünmeyenleri tasdiktir. Zaten çoğu hidayete ermemiş insanın “aklımı kullanıyorum” diyerek tasdik etmemesinin edememesinin sebebi budur. Onlar gördüklerine, kavradıklarına, dokunduklarına iman ederler. Oysa iman görünmeyenedir. Müminin fazileti ve biricikliği buradan gelir. Evet; iman, İslâm, kulluk ciddi bir iştir. Ama ciddiyet de abus çehrelilik, katılık, merhametsizlik, diğerlerini kınamak, kibir, nobranlık, ceberutluk demek değildir. Ciddiyetsizliği nasıl muhabbet ve özgürlük sanıyorsak, ciddiyeti de maalesef bunlarla karıştırıyoruz. Çünkü her ikisinde de ölçümüz yok. Kul isek bunların ve her şeyin ölçüsünü bilmeliyiz. O halde hemen ilmihâl, siyer, hadis, tefsir, Rabbânî âlimlerin ve âriflerin kitaplarını okumaya başlayalım. Okuduklarımızdan ibret ve örnek alıp her işimizi Hak ölçülerine göre yapmaya gayret edelim. Kimi hayırla yâd edeceğimizi, ardından helva dağıtacağımızı şaşırmayalım.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy