Aramak

Dünya Hali

AYASOFYA’NIN ZİNCİRİ KIRILDI

Türkiye Cumhuriyeti’nin 97. yılında, Türk-İslâm tarihine damga vuracak kadar önemli bir olaya hep birlikte şahitlik ediyoruz. Abartıyoruz gibi gelebilir, ama bu ifadeler bile yaşanan hadisenin önemini anlatmaya kifayet etmez. İstanbul, yalnızca Türkiye için değil, İslâm alemi için merkezî bir yerde bulunuyor. İstanbul’un merkezinde de Ayasofya var. Fatih Sultan Mehmed, 1453’te yirmi bir yaşında Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellemin övgüsüne mazhar oldu. Elli üç gün süren kuşatma sonucunda İstanbul’u fethetti ve Doğu Roma İmparatorluğu’nu tarihin tozlu raflarına kaldırdı.

Fatih Sultan Mehmed İstanbul’a girişinde atının üzerinde şehri seyrederek Ayasofya’nın önüne kadar geldi. Burada atından indi, yavaş adımlarla içeri girdi. Bazı askerlerinin duvarlara zarar verdiğini gördü. Müdahale ederek onları sert şekilde cezalandırdı ve yağmaya asla izin vermeyeceğini açıkladı. Kubbeye çıkıp şehri buradan seyretti. Fetih ezanı okuttu ve şükür namazı kıldı.

Ayasofya İstanbul’un fethinin en önemli sembolü. Merhum Fatih Sultan Mehmed Han bu büyük mabede öyle önem verdi ki duvarlarında bulunan ikonaları ve freskleri kırdırmak yerine üzerini kapatarak muhafaza etti. Ayasofya Camii için vakfiye yazdırdı ve amacı dışında kullanmaya tevessül edenler için şu ifadeleri yazdı: “Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerlerine olsun. Ebeddiyyen cehennemde kalsınlar, azapları asla hafifletilmesin ve onlara ebeddiyyen merhamet olunmasın. Kim bunları duyup gördükten sonra değiştirirse, vebali ve günahı bunu değiştirenlerin üzerine olsun.”

Fatih Sultan Mehmed’in gözbebeği, emaneti Ayasofya; 1934’te sırf birileri istedi diye hiçbir mantıklı gerekçe gösterilmeksizin müzeye dönüştürüldü. Doğabilecek tepkileri ilk başta hafifletmek için bir yıl kadar içeride namaz kılınmasına müsaade edilmesine rağmen, sonra burada namaz kılınması yasaklandı. Duvarlarında yer alan Kazasker Mustafa İzzet Efendi hattı o şaheser Lafzatullah, İsm-i Nebî ve Hulefa-yı Râşidîn’in isimleri yazılı levhalar yerlerinden sökülüp dışarı çıkarılmak istendi. Kapıdan geçirilemeyince kırılmaya çalışıldı, fakat zarar verileceğinden çekinildiği için vazgeçildi.

Tam 86 yıldır, 500 küsur sene cami olarak kullanılmış, fethin en mühim mirası Ayasofya müze olarak ziyaret edilebiliyordu. Her müslümanın içinde ukde olarak kalan “Ayasofya Camii” için çok çetin mücadeleler verildi. En hazini de 1965-69 yılları arasında Adalet Partisi’nden Antalya milletvekilliği yapmış rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti’nin yaşadıkları olsa gerek. 1952’de Türkiye’ye gelen Patrik Atenegoras, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’dan, Ayasofya’nın kiliseye çevrilmek üzere kendilerine verilmesini istemişti. Osman Yüksel bu teklife sert bir şekilde karşı çıkan ve Ayasofya’nın cami olması gerektiğini savunan bir yazı kaleme aldı.

“Şu muhteşem minberde, binlerce erin baş koyduğu şu temiz yerde, şimdi hangi kirli ayaklar dolaşıyor? Ayasofya, Ayasofya! Seni bu hale koyan kim?” ifadelerinin de bulunduğu yazı nedeniyle “millî mukavemeti kırdığı” gerekçesiyle hakkında idam cezası talep edildi. Mahkeme heyetine verdiği cevap bugün bile hafızalarda: “Sanki karşımda iddia makamında müslüman bir Türk’ü değil, Athenagoras’ın mümessilini görüyorum, ürperiyorum!”

Yıllardır Ayasofya’ya duyulan özlem, 10 Temmuz 2020’de atılan imza ile sona erdi. Her önünden geçerken hüzünle yaşaran gözlerde artık sevinç gözyaşları var. Yıllarca zincirlere vurulmuş, ayaklarına prangalar bağlanmış İslâm aleminin bağımsızlığının nişanı artık aslına rücu etti. Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Kendi öz evimizde ruh ve mukaddesat odamız Ayasofya... Doğu ve Batı dünyalarının kavşak noktası, cihanın en güzel beldesi İstanbul ve onun kalbi Ayasofya... Batı aklı ve Doğu ruhunu birleştirici, eski Bizans eseri ve yeni tekbir yuvası Ayasofya...” artık hasretle beklediği günlerine kavuştu. Lozan Antlaşması’nın yıldönümü olan 24 Temmuz’da kılınan Cuma namazıyla Ayasofya’da tekbir sesleri yükseldi, şükür namazları gözyaşlarıyla kılındı.

Bize düşen, önce şükür secdelerine kapanmak ve İstanbul’u fetheden ruhu yalnızca hafızalarımızda, gönüllerimizde değil; bedenlerimizde de taşımak. 86 yıllık hasreti birkaç günlük heyecanlara sığdırmakla yetinmeyerek bütün ömrümüze teşmil etmek. Yeni nesillere de Fatih ve fetih ruhunu aşılamak. Şayet böyle olursa, Ayasofya’nın dirilişi Âlem-i İslâm’ın dirilişine vesile olacak. İnşallah...

İSRAİL VE KORONAVİRÜS

1948, Ortadoğu tarihinin kırıldığı yıllardan biri. Devlet-i Âliyye’nin son ana kadar direndiği, ancak İngiliz General Edmund Allenby’ın 9 Aralık 1917’de düşürdüğü Kudüs, 14 Mayıs 1948 tarihinde İsrail’in resmî olarak kurulmasıyla birlikte fiilî işgale maruz kaldı. Uluslararası kamuoyunun da üç maymunu oynadığı bu vaziyet yavaş yavaş, can yaka yaka günümüze kadar geldi. Arkasına Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’deki yahudi lobisinin desteğini de alan İsrail, bugün artık bölgede pervasızca hareket etmekten çekinmiyor.

Son teknoloji silahlarla donatılmış, acımasız birer ölüm makinesini andıran İsrail askerlerinin, mazlum Filistinlilere yaklaşımı malum. Kadın çocuk demeden kan dökmeyi meslek edinmiş İsrailliler, kendilerine üstün ırk görmelerinin verdiği psikolojiyle yalnızca Filistinlileri de değil, düşman olarak gördükleri ne varsa bir an bile düşünmeden öldürmekten geri durmuyorlar. Bosna Savaşı sırasında insan, hayvan, canlı her şeyi hedef olarak gören Sırp askerlerini andıran İsrailliler, haddizatında onlar kadar gözü kara ve soğukkanlı da değiller. Mayıs 2010’daki Mavi Marmara baskınında yaşananları hatırlayın. Helikopterlerle geminin üzerine gelen sözümona “robokop”lar, halatla güverteye inerken, yolcuların darbelerine maruz kalınca korkudan ağlamaya başlamışlardı.

İsrail, tüm dünyayı etkisi altına alan koronavirüs salgını konusunda ne hikmetse gündeme gelmiyor. Vaka sayısının ve nüfusun az olmasına bağlanabilecek bu durum, sessiz ve derinden bazı planların olabileceği şeklinde de yorumlanmalı. Haziran ayında İsrail İstihbarat Bakanlığı’nın yayınladığı rapor, ülkenin Filistin’in haritadan silmek için her fırsatı kolladığını gözler önüne seriyor. Alman Haber Ajansı DPA’nın eline geçen raporda, İsrail’in Ürdün Vadisi’nin de dahil olduğu toprakları ilhak etmesi için en uygun zaman olduğuna işaret ediliyor. Çünkü Ürdün’de ve Batı Şeria’da şiddetli direnç olmayacağının hesaplanması ve uluslararası toplumun koronavirüs salgını ile meşgul olması ortamı müsait hale getirmiş! Ayrıca Birleşik Arap Emirlikleri destek de verebilirmiş.

İsrail, bir yandan işgal stratejisini genişletirken diğer taraftan da koronavirüsün yıkıcı etkilerine maruz kalmış durumda. Yani, güya “seçilmiş millet” salgından azade değil. Hastalığın ikinci dalgasının etkisini gösterdiği ülkede, vaka sayısı iyileşen hasta sayısını geçerek 18 bin 940’a yükseldi. Askerler de salgının etkisine girmiş durumda. İsrail basınına yansıyan haberlerde karantinaya alınan İsrailli askerlerin sayısının sekiz bine yaklaştığı aktarılıyor. Üstelik aralarında İsrail Savaş Bakanı Benny Gantz da var. Yüzlercesi de hastalık sebebiyle görevden alındı.

Zulüm, hiçbir zaman ebedi payidar olmadı. Kıyamete kadar zalimler var olacak elbette; imtihan da devam edecek. Ancak, mazlumun ahı bedelini hem dünyada hem ahirette ödetecek. Günümüzün Nemrutları ve Firavunları zerreden küçük bir virüsle dize geliyor. İnsanoğlunun kendisini ilah yerine koyduğu bugünün dünyasında gücün paraya sahip olmakla eşdeğer olduğunu zannedenler hayal kırıklığı yaşıyor. Her problemi ellerinde bulundurduklarını zannettikleri iktidarın sahte kuvvetiyle çözebileceklerini düşünenler için rüya sona eriyor. ABD, onun gölgesi İsrail ve Avrupa için daha da sıkıntılı zamanlar gelecek. Ve eğer mazlumların kanı bulaşmış bu düzen kendisine çeki düzen vermezse sonuçlarına katlanmak zorunda kalacak. Çünkü Allah Tealâ’nın vaadi var: “Haberiniz olsun; gerçekten zalimler kalıcı bir azap içindedirler.” (Şûra 45)

AVRUPA’NIN TIMSAH GÖZYAŞLARI

Yakın tarihin utanç vesikalarından biri Srebrenitsa katliamı. 11 Temmuz 1995’te başlayan kıyımda en az 8 bin 372 sivil Boşnak, Sırp komutan bebek katili Ratko Mladic’in emrindeki askerler tarafından acımasızca öldürüldü. Sırp ordusunun dışında “Akrepler” olarak bilinen Sırbistan özel güvenlik güçleri de katliama ortak oldu. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından güvenli bölge ilan edilmiş olan Srebrenitsa’da bulunan 400 Hollandalı sözde barış gücü askeri bölgeyi Sırplara teslim etti. Göstermelik yapılan iki F16 uçuşu Sırp katilleri durdurmadı. Savaş öncesi 24 bin civarında olan Srebrenitsa nüfusu, can korkusuyla gelenlerle birlikte 60 bine çıktı. Kendilerini savunmak için silahlanan Müslüman Boşnakların mühimmatı BM Barış Gücü tarafından “koruma amaçlı” toplatılınca, açlık ve hastalıkla boğuşan kasaba açık hedef haline geldi. Sırplar, BM karargâhına sığınanlar arasından ayırdıkları 300 Boşnak erkeği kamyonlara bindirerek bilinmeyen bir yere götürdü. Kadın ve çocuklar da iddiaya göre Bosna’nın başka şehirlerine sevk edildi. Ancak ilerleyen yıllarda ortaya çıkan toplu mezarlar, sivil halka neler yapıldığının delili niteliğindeydi. Tanınmaması için cesetleri parçalayacak kadar vahşileşen Sırplar, 2007’deki Uluslararası Adalet Divanı’nda, yaşananların sorumlusu olmadıkları öne sürülerek aklanmaya çalışıldı!

Avrupa’nın ortasında zuhur eden rezalet, daha sonra da maalesef yine Avrupalı devletler tarafından uzun süre hasır altı edildi. 2015’te Rusya, BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan ve olan bitenin soykırım olarak tanımlanmasını öngören karar tasarısına karşı çıktı. Neyse ki Lahey’de kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi, katliamdan sorumlu tutulan Sırp General Ratko Mladiç’in soykırım yaptığına, insanlığa karşı suç işlediğine hükmetti ve Mladiç müebbet hapis cezasına çarptırıldı.

Aradan geçen yirmi beş yılda Avrupalı devletlerin akılları yeni başlarına gelmiş, “vicdanları” yeni sızlamaya başlamış olacak ki, günah çıkarırcasına peş peşe açıklama yapma ihtiyacı hissediyorlar. Bosna’yla aralarında yalnızca Adriatik Denizi kadar kısa mesafe bulunan İtalya, kılını bile kıpırdatmadığı cinayetlere ilişkin bugün duygu sömürüsü yapıyor. Başbakan Giuseppe Conte sosyal medyadan yayınladığı mesajda diyor ki: “Nefret ve milliyetçi bir şiddetin sonucu olan Srebrenitsa soykırımı, Avrupa’nın en karanlık sayfalarından biri olmaya devam ediyor. İnsan haklarının tanınması, korunması ve barış arayışı Avrupa ve tüm insanlık için temel değerlerdir”

İtalyan Dışişleri Bakanlığı ise yaptığı yazılı açıklamada “Bugün, Srebrenitsa soykırımı kurbanlarının yasını tutuyoruz. Düşüncelerimiz ve dualarımız onlarla ve onların aileleriyle. 25 yıl sonra adaletin tam olarak yerine getirilmesini sağlamak çok önemlidir. Srebrenitsa’yı anmak barış ve insan haklarına inananlar için ahlâkî bir görevdir.” ifadelerine yer veriyor! Bosnalıları Sırplara teslim eden Hollanda’nın eski Savunma Bakanı Joris Voorhoeve’nin açıklaması da enteresan! Voorhoeve, “Birleşmiş Milletler, Srebrenitsa’da hava desteğine izin vermiş olsaydı, kitlesel katliamların önüne geçilebilecekti.” cümlelerini sarfedebiliyor!

Avrupa her zamanki gibi konuşması gerektiği yerde susuyor, susması gerektiği yerde de konuşuyor. Ne de olsa nalıncı keseri... Her şeyi kendisine yontuyor. Aliya İzzetbegovic’in tespiti vakıayı tepeden tırnağa özetliyor aslında: “Bunu hiç unutma evlat! Batı hiçbir zaman uygar olmamıştır ve bugünkü refahı; devam edegelen sömürgeciliği, döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy