Amerika’nın Afganistan Karnesi
Yirmi yılda ülkede hayatını kaybedenlerin sayısının elli binin üzerinde olduğu iddia ediliyor. Taliban mensupları ve kayıt altına alınmayan Afgan güvenlik görevlileri de eklenince rakam yüz binin üzerine çıkıyor. İşgal öncesinde öyle ya da böyle istikrarın hüküm sürdüğü ülkeye şimdilerde kaos hakim.
2000’li yıllar, sadece Türkiye’de değil tüm dünyada sıra dışı gelişmeler sahne oldu. 11 Eylül 2001’de Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin en kritik noktalarına yapılan saldırılar, İslâm coğrafyası için maalesef yeni bir kanlı tarihin miladı olarak kayıtlara geçti. New York’taki İkiz Kuleler’e, Virginia’da bulunan Amerikan Savunma Bakanlığı Pentagon’a yapılan terör eylemlerinin bilançosu hayli ağırdı. Kaçırılan dördüncü uçakla da başkent vurulacaktı. Ancak içeride yaşanan arbede neticesinde uçak hedefine varamadan düştü. Eş zamanlı yapılan dört saldırıda 2996 kişi hayatını kaybetti.
Hadisede bugün bile aydınlatılamayan şüpheli noktalar bulunuyor. Fakat ABD “artık terörü başladığı yerde bitirme” bahanesiyle “Taliban’ı temizlemek” üzere 7 Ekim 2001’de Afganistan’a girdi. Aradan geçen yirmi yılda ne iddia edildiği gibi Taliban tam olarak yok edilebildi ne de Afganistan’da huzur ve güven sağlanabildi.
Afganistan’la da yetinmedi Washington yönetimi. 19 Mart 2003’te hava taarruzu, 20 Mart 2003’te de kara harekâtı ile Irak’a saldırdı. Saddam Hüseyin rejimini devirdi. Obama’nın iktidarında, kan deryasına dönmüş ülkeden resmen çekildiğini açıkladı. Bu yalnızca bir gösteriden ibaretti elbette. Amerikan askerleri hâlâ Bağdat sokaklarında cirit atıyor.
Şimdi de Afganistan’dan asker çekeceğini açıklayan Amerika, güvenliğin kusursuz şekilde tesis edilmesi için bölgeye takviye asker gönderdi bile. İlginç bir gelişme de yaşandı. Afganistan’ın işgali sırasında ABD’ye yardım eden yerel unsurlar, askerlerin ülkeyi terk etmesiyle beraber canlarının derdine düştü. Aileleriyle beraber sayıları elli bini bulan Afgan casus, tercüman ve güvenlik elemanları, yirmi yıl boyunca hizmet ettikleri Amerika’dan kendilerini yalnız bırakmamasını talep ediyor. ABD yönetimi de hepsinin bu süreçte ülkeden tahliye edileceğini açıkladı. İlerleyen günlerde onların durumu Amerika’nın gerçek yüzünü ortaya çıkaracak.
Peki, sözüm ona Afganistan’ı artık kendi haline bırakacak Amerika arkasında nasıl bir tablo bıraktı? Yirmi yılda ülkede hayatını kaybedenlerin sayısının elli binin üzerinde olduğu iddia ediliyor. Taliban mensupları ve kayıt altına alınmayan Afgan güvenlik görevlileri de eklenince rakam yüz binin üzerine çıkıyor. İşgal öncesinde öyle ya da böyle istikrarın hüküm sürdüğü ülkeye şimdilerde kaos hakim. Başkent Kabil’de bile neredeyse her sokak başında Amerikalı askerler ya da onların yetkilendirdiği Afgan güvenlik görevlileri araçları durdurup herkesi kontrol ediyorlar. Caddelerde, sivillerin yaşamaya çalıştığı semtlerde her an bomba patlama ihtimali var. Fakirliğin eskiden beri yaygın olduğu ülkede hayat hepten yaşanmaz hale geldi.
Afganistan, Amerikalıların uyuşturucu tarlasına da dönmüş durumda. ABD, Afganistan’da ürettirdiği uyuşturucu hammaddelerini illegal yollarla çıkarıp dünyanın her yerine yaymaya devam ediyor.
Taliban’ı bitirip sözde terörist grupların önünü keserek Ortadoğu’ya demokrasi getirileceği iddiasına ise artık kargalar da gülüyor. Çünkü 2001’de El Kaide ile başlayan sözde köktenci yapılanmaların sayısı arttı. Üstelik bu örgütlerin bizzat Amerika tarafından sahneye çıkarıldığı da iyiden iyiye görünür hale gelmiş durumda. Dahası da var: Taliban ve eylemlerini gerekçe göstererek Afganistan’ı işgal eden Amerika, bugün örgütün üst düzey yöneticileriyle bir araya gelip “barış görüşmeleri” yaparak onları siyasete entegre etmeye çalışıyor.
Bu mevzuda kayda düşülecek çok şey var. Bu kadarıyla kalarak kritik bir hakikati paylaşalım. İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında oluşturulan küresel düzende büyük güçler, “alt tarafta” kargaşa çıkararak krizlerden beslenir ve sömürü sistemlerini ayakta tutarlardı. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Amerika, bizatihi işgal ederek çarkı çevirmeye çalıştı. Tutmayınca da vekalet savaşları devri için düğmeye bastı. Hal böyleyken aslında Amerika’nın bir yerden çekildiği filan yok. Arkasında bıraktığı gayri resmî temsilcileriyle Afganistan’da, Irak’ta yahut dünyanın başka yerinde egemenliğini devam ettirecek. Öyle görünüyor ki merhum Malcolm X’in tabiriyle Amerikan kâbusu, ilerleyen günlerde karanlık yüzünü başka maskeler altında göstermeye devam edecek.
Haiti Cumhurbaşkanı Neden Öldürüldü?
Geçtiğimiz ay ülkenin elli üç yaşındaki Cumhurbaşkanı Jovenel Moise, evinde uğradığı suikast sonucu hayatını kaybetti. Eşi de aynı saldırıda yaralandı. Saldırının yirmi altı Kolombiyalı ve iki Haiti asıllı ABD vatandaşı tarafından yapıldığı açıklandı.
Kolonicilik ya da Türkçe ifadeyle sömürgecilik, insanlık tarihinin en büyük trajedilerinin kayda geçtiği utanç sayfaları olarak biliniyor. Amerika kıtasının keşfinden sonra o topraklardaki yerlileri acımasızca yok eden Avrupalılar, kendilerine hizmet edecek birileri kalmayınca Afrika kıtasından milyonlarca insanı zorla bölgeye taşıdılar. Hem de hayvanlara bile reva görülmeyecek şartlarda. Vatanlarından koparılan Afrikalıların sayısının otuz milyon olduğu tahmin ediliyor. On iki milyon insanında taşıma sırasında okyanusta köpekbalıklarına yem edilmiş. Öyle ki, vahşi balıklar gemilerin istikametini öğrenmiş her geçişte etrafına toplanıyorlarmış. Hamile kadınların, yaşlıların ve çocukların hunharca devasa suların derinliklerine gönderildiği bu acımasız yolculuklar sonrasında Amerika kıtasında siyah beyaz hikâyesi başlamış oldu.
Kıtada irili ufaklı pek çok devlet var. En büyükleri Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Kanada. Brezilya, Kolombiya, Venezuela, Arjantin, Meksika ve Peru... Küçük küçük ada devletleri de bulunuyor. Muhtemelen pek çoğumuzun ismini haberlerde gördüğü ama haritadaki yerini bilmediği bu devletlerden biri Haiti. ABD on binlerce kilometre öteye bile hükmetmeye kalkarken, etrafını görmezden gelemez elbette. Meksika, Venezuela, Brezilya gibi ülkelerin yeraltı zenginliklerine hükmetmek için yaptığı müdahaleler yağmacı mantığı ile de olsa anlaşılabilir. Fakat nüfusu on bir milyon olan, şehir büyüklüğündeki devletlerden ne istiyor, anlamak güç.
Geçtiğimiz ay ülkenin elli üç yaşındaki Cumhurbaşkanı Jovenel Moise, evinde uğradığı suikast sonucu hayatını kaybetti. Eşi de aynı saldırıda yaralandı. Saldırının yirmi altı Kolombiyalı ve iki Haiti asıllı ABD vatandaşı tarafından yapıldığı açıklandı. Sabaha karşı onlarca saldırganın ülkenin cumhurbaşkanının evine girerek onu katletmesi büyük bir garabetse, ABD’nin olayın hemen ardından “Moise, isyanı gidermek için bizden asker istemişti” gibi bir açıklama yapması; sonrasında da güvenliği sağlamak için geçici başbakanın asker talebine olumsuz yanıt vermesi ondan daha büyük bir garabet. Askerî destek isteğini reddeden “beyaz adam”ların, “hızlı bir şekilde” FBI ajanlarını ülkeye sevk etmesi de neyle açıklanabilir? Haiti, Amerika kıtasının en yoksul ülkelerinden. Halkının yüzde 59’u yoksulluk sınırının altında. 2004 - 2017 arasında ülkede iç çatışmalar engellenemedi. Birleşmiş Milletler askerleri de bu konuda yetersiz kaldı. 2010’da meydana gelen depremde tam 200 bin kişi hayatını kaybetti. Cumhurbaşkanı Moise, kargaşanın tekrar başlamaması için uğraşıyordu. Oligarklara savaş açmıştı. Haiti’de hayatı yaşanabilir hale getirmeye çalışıyordu. Ancak, yine gizli el düğmeye bastı ve her şey altüst oldu.
Hikâye, aslına bakılırsa bize pek yabancı değil. Türkiye de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin yörüngesine girmiş ve bunun bedelini çok ağır ödemişti. 1960 Darbesinde Başbakan ve iki bakanı idam edildi. Muhtıralar döneminde ülke uçurumun kenarında sürüklendi durdu. 1980 darbesi sonrası binlerce gence işkence edildi, kimileri darağacına çekildi. Cumhurbaşkanı Özal şüpheli şekilde vefat etti. 28 Şubat’ta dindar kitlelere zulmedildi. Yakın tarihin bütün olan bitenlerini film şeridi gibi gözümüzün önünden geçirdiğimizde, tam bağımsızlığın ne kadar mühim olduğunu sanırım net şekilde anlayabiliriz. Türkiye çok şükür ki “Üçüncü Dünya Ülkeleri”nden değil artık. Bağımsızlık kavramı söylemden eyleme geçemezse, Allah muhafaza, önümüzdeki yıllarda yeniden benzer senaryoların sahnesi olacağımızı kestirmek zor değil. O nedenle aklımızı başımıza almamız şart.
Kanal İstanbul İçin İlk Kazma Vuruldu
Kendi kararlarını verebilmek, bulunduğu bölgede ve küresel düzeyde çıkarlarını savunabilecek adımlar atabilmek büyük devletlerin önemli özelliklerinden. Türkiye, kuruluş kodları itibarıyla yıllarca pek çok meselede özellikle bu iki hususun gereğini yerine getiremedi. Bir dönem Avrupa’ya direktifler gönderen nesillerin torunları, maalesef on binlerce kilometre ötede kelebekler kanat çırptığında kendi topraklarında fırtınayı hissediyordu.
15 Temmuz darbe girişimi sonrasında artık işlerin değiştiğini söyleyebiliriz. Elbette bir adım atılacağı zaman küresel dengeleri ve uluslararası siyasetin dinamiklerini hesaba katmak şart. Dış politika külhanbeyliğini kaldırmıyor. Ancak milletin çıkarları söz konusu olunca, o doğrultuda harekete geçmek için de bütün yolları kullanmak gerekiyor. Türkiye işte tam da bunu yapıyor. Bir yandan milletin lehine olacak icraatları hayata geçirirken, diğer taraftan da denge siyasetini uyguluyor. Savunma sanayiinde gelinen nokta malum. Dışa bağımlı ekonomi, ticaret, sanayi ve tarımla yol yürünemeyeceği anlaşıldığından beri yapılan yerli ve millî hamleler Türkiye’nin çehresini değiştiriyor. Son olarak düğmeye basılan Kanal İstanbul projesi de bunlardan biri.
Evvela Kanal İstanbul’un öyle birden akla gelmiş nevzuhur bir proje olmadığının altını çizelim. Mazisi 500 küsur yıl öncesine dayanıyor. Kanuni Sultan Süleyman’dan Sultan Abdülaziz dönemine kadar defalarca gündeme getirilmiş, ancak başarılamamıştı. Yakın tarihimizde de Başbakan Bülent Ecevit projeyi tekrar raftan indirmişti. Ülkenin içinde bulunduğu durum ve siyasî ömrü onun da icraate geçmesine yetmedi. 2011 yılında Başbakan Erdoğan tarafından yeniden gündeme getirilen proje, aradan geçen zamanda peş peşe maruz kaldığımız olumsuz hadiseler sebebiyle akamete uğradı. Ancak her şeye rağmen geçtiğimiz ay Sazlıdere Köprüsü’nün temeli atılarak start vermiş oldu.
Kanal İstanbul’la ilgili birtakım eleştiriler var. Bunları dikkate almak için ne kadar bilimsel olduklarına bakmak gerekiyor. Zihinleri en çok meşgul eden husus, kanalın olası depremi tetikleyip tetiklemeyeceği. Muhalif olmakla birlikte akıl ve mantık sahibi meşhur akademisyenler, Kanal İstanbul’un depremi etkilemeyeceğini ya da tetiklemeyeceğini söylüyorlar. Ekosistemin değişeceği iddiası da hayli tartışmalı.
Devletin böyle işlerini tenkit etmek için toplam fayda yahut toplam zarara bakmak lazım. Kanal İstanbul, ülkemizin boğaz güvenliğini sağlamak başta olmak üzere pek çok alanda elini rahatlatacak. Boğaz’da devasa gemilerin hız sınırını aşması bile, ürettikleri dalga sebebiyle sahildeki yapılara zarar veriyor. Yaşanan kazaların nelere mal olduğu ise ortada. Savaş gemilerinin, petrol tankerlerinin geçişi herkesin yüreğini ağzına getiriyor. Yaşanan trafik de cabası. Yüzlerce gemi Boğaz’ın her iki girişinde saatlerce, bazen günlerce beklemek durumunda kalıyor.
Süveyş Kanalı’ndan Mısır’ın kazandığı paranın yıllık altı milyar dolar civarında olduğu söyleniyor. Süveyş’ten geçmek için bir geminin ödediği bedel 307 bin dolar. Orta Amerika’da bulunan Panama Kanalı’nda ise bu rakam 180 bin dolar. Dünya’nın en stratejik bölgesinde bulunan İstanbul Boğazı’ndan geçmek için ödenecek miktar hayli komik: 3 bin 400 dolar!
Kanal İstanbul’un inşasının Montrö Sözleşmesi’ni herhangi bir şekilde etkilemeyeceğini söyledi Dışişleri Bakanımız. Ama unutmayalım, bu bir adımdır. Bir yenilik başka bir yeniliği mecbur hale getirir. Kanal İstanbul’un yapımı, ilerleyen süreçte Montrö’nün tekrar konuşulmasına bile vesile olabilir. Yeter ki içimizdeki müzmin muhalifler de ikna olsun.