İzmir Sarsıldı Ama Kardeşliğimiz Ayakta
Yıkıntıların altından altmış beş saat sonra sağ salim çıkarılan üç yaşındaki Elif Perinçek ve tam doksan bir saat sonra çıkarılan yine üç yaşındaki Ayda Gezgin, ecelin kader-i mutlak olduğu hakikatini gözler önüne seriyor.
Deprem maalesef hayatımızın gerçeklerinden biri. “Depremle yaşamayı öğrenmeliyiz” cümlesini kabullenmeliyiz artık. Büyük Marmara depremi için ısrarla uyarılar yapılırken yakın zamanda Elazığ’da, öncesinde de İstanbul’da yaşanan sarsıntılar, başımızı ellerimiz arasına alıp yeniden düşünmeye sevk etti bizi. Ve deprem -en azından kısa vadede- hiç beklenmedik bir yerden vurdu. Merkez üssü Ege Denizi olarak açıklanan; İstanbul, İzmir, Çanakkale, Denizli ve Bursa gibi şehirlerde hissedilen deprem nedeniyle 116 kişi hayatını kaybetti, 1033 vatandaşımız yaralandı ve 109 bin 921 binada, 586 bin de bağımsız bölümde hasar tespit çalışması yapıldı.
Hayli hazin hikâyeleri içerisinde barındıran deprem, Allah’tan umudun hiçbir zaman kesilmeyeceğini de gösterdi. Yıkıntıların altından altmış beş saat sonra sağ salim çıkarılan üç yaşındaki Elif Perinçek ve tam doksan bir saat sonra çıkarılan yine üç yaşındaki Ayda Gezgin, ecelin kader-i mutlak olduğu hakikatini gözler önüne seriyor. Vade dolduğunda insan nerede olursa olsun bir anda emanetini teslim edebilir, fakat ecel gelmediyse saatlerce enkaz altında kalsanız bile ölmezsiniz. Bu durum elbette tedbirsiz davranmayı gerektirmez. Fakat zerre şüphe yok ki hayatı da ölümü de veren Allah’tır.
Hadisenin yaşandığı gün, bütün devlet kurumları ve sivil toplum örgütleri adeta seferber olarak bütün enerjilerini enkaz altındakileri kurtarmaya sarf ettiler. AFAD, Kızılay gibi kamu menşeli müesseselerle beraber İHH, Beşir Derneği, Hayrat Yardım Derneği gibi sivil toplum kuruluşları bir yandan çadır, yemek, battaniye ve kıyafet dağıttı, diğer taraftan da enkazda kalanları kurtarmak için seferber oldu. Türkiye’nin dört bir yanından vatandaşlar yardıma koşmak için hazır olduğunu belirten mesajlar attı. Devlet erkânı koronavirüs salgınına aldırmadan İzmir’e giderek yapılabilecekler üzerine çalıştı. İdeolojik farklılıklar, kişisel çıkarlar, siyasî söylemler büyük oranda bir tarafa bırakılarak birlik ve beraberlik ortaya konuldu.
Türk insanının ilginç bir karakteri var. Ortada hiçbir şey yokken, sırf başka türlü düşünüyor veya yaşıyor diye birbirinden nefret eden, tabir caizse yakalasa bir kaşık suda boğmak isteyecek kişiler, kriz anında birbiri için canını ortaya koymaktan çekinmiyor. Kim olursa olsun, sokakta birinin ayağı takılsa kahir ekseriyet yardım etmeye çalışıyor.
Son dönemde internette dolaşan bazı videolar var. Sosyal deney yapan iki genç restoranlara gidip telefonunun şarjının bittiğini, arama yapması gerektiğini söyleyip, yemek yiyen vatandaşların telefonunu rica ediyor. Güya annesini arayıp parasının bittiğini anlatıyor ve gönderilemeyeceği cevabını alıyor. Telefonu sahibine iade edip teşekkür edince, muhatabı aç olup olmadığını ve açsa kendisine yemek ısmarlayabileceğini, hatta başka ne ihtiyacı varsa karşılayabileceğini söylüyor. Yahut simit satan çocuğun tezgâhının önüne giderek parasının olmadığını söyleyince çocuk simit vermeyi değil, yemek ısmarlamayı teklif ediyor. Üstelik nereden geldiğini, kim olduğunu, ırkını, inancını sormuyor. Çünkü bu toprakların hamuru, yardıma muhtaca el uzatma konusunda “mazluma kimlik sorulmaz” prensibiyle karılmış.
Bu dayanışma ruhunun bir meyvesi olarak ülkemiz felaketlerden sonraki arama kurtarma çalışmalarında dünyaya parmak ısırtıyor. Daha yakın zamanda durum vahimdi oysa. 1999’daki iki büyük depremin ardından ekranlara yansıyan korkunç manzara hafızalardaki tazeliğini koruyor. O güne kıyasla arada devasa farklar olduğu açık. Fakat kâbus gibi geçen saniyeler yaşanmadan önce yapılması gerekenler hususunda aynı performansımız maalesef yok. Fert fert ve tabii ki devlet olarak mutlaka, bir an önce harekete geçmek zorundayız. Yer bilimcilerin anlattığı korku filmlerini aratmayan senaryonun yaşanmaması veya felaketi en az ziyanla atlatmak için olmazsa olmaz şart bu. Aksi takdirde yüz binlerce insanın kaybı ve ülke olarak altından kolay kolay kalkamayacağımız tabloyla karşı karşıya kalmamız ihtimal dahilinde. Cenab-ı Hak muhafaza eylesin.
Amerika’nın Eski Başkanı Yeni Başkanı
II. Dünya Savaşı’nın sonrasında âmiyane tabirle küresel siyasetin iplerini eline alan, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle “tek büyük güç” rolünü üstlenen Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Kasım ayının başında yapılan seçimlerle yeni başkanını belirledi. Trump’ın ilginç çıkışları, kurulu düzene kafa tutan tavırları, tutarsız politik söylemleri ve en son siyahî George Floyd’un polis tarafından öldürülmesi üzerine kopan protestolar nedeniyle hezimete uğrayacağı düşünülüyordu. Rakibi Joe Biden’in “zaferi” ise daha seçim yapılmadan ilan ediliyordu. Ancak Trump iddia edildiği gibi bir hezimet yaşanmasa da kaybeden taraf oldu. Cumhuriyetçiler seçimlerde hile yapıldığını öne sürerek mahkemelere koştular. Trump’ın işin peşini bırakmayacağı ortada.
Öncelikle ilginç bir detaya temas etmek zorundayız. “Özgürlükler ülkesi”, dünyaya demokrasi ihraç ettiği söylenen Amerika’da, küresel otoriteyi elinde bulunduran, büyük medya gruplarını yönlendiren lobiler ve aileler Trump’ı gözden düşürmek için hiçbir “fedakârlık”tan kaçınmadı. Öyle ki, yanlış bilgi makinesi gibi çalışan sosyal medya platformu Twitter, Trump’ın yazdığı mesajları “yanıltıcı içerik” diye işaretledi. Caddelerde dükkanların camları tahta paletlerle kapatılarak, Trump’ın kazanması halinde “çarşının karışacağı” algısı oluşturuldu. Bunları alt alta yazınca, Donald Trump’ın seçimden sonra milletin yüzüne bakamayacak duruma gelmesinin hedeflendiği anlaşılıyor. Fakat Joe Biden kazanmış olsa bile, “eze eze” gibi bir durum söz konusu değil. Cumhuriyetçiler seçimlerde hile yapıldığı öne sürerek mahkemelere koştular. Trump’ın işin peşini bırakmayacağı ortada.
ABD seçimlerinin bizi ilgilendiren veçhesine bakarken, önce ülkeyi yöneten başkanların kukladan ibaret olduklarını not edelim. Tabiatıyla, kuklanın değil kuklacıların planlarını değerlendirmek gerekiyor. Trump iplerini tam olarak kuklacılarının eline vermemiş, özellikle son dönemde başına buyruk hareket etmişti. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 alması sırasında bedelini ağır ödeyeceğini umanlar, Trump’ın ön tehditlerine rağmen “Türkiye Obama yönetiminin tavrı nedeniyle S-400 almak zorunda kaldı” mealindeki demeciyle suçu eski başkana yüklemesini büyük bir şaşkınlıkla izlemişlerdi. Türkiye ile ilgili her mevzuda geri adım atmasına da anlam veremiyorlardı. Haddizatında Trump’ın söz konusu “dengesizlikleri”nin en azından bir kısmının lehimize olduğunu belirtmeliyiz.
Nispeten ılımlı olması gereken Biden’ın seçimlerden önce bir meclisteki konuşmasında şu ilginç sözlerle Türkiye’ye bakışını ortaya koymuş oldu: “Yapacağım en son şey, Erdoğan’a Kürtler konusunda boyun eğmek olurdu. Bence Erdoğan’a çok farklı bir yaklaşım uygulamalıyız. Muhalif liderleri desteklediğimizi açıkça göstermemiz lazım. Parlamento’ya katkı sunmak isteyen Kürt toplumunu entegre etmek için... Bu iş bir süre iyi gidiyordu. Bir yol haritamızın olduğunu göstermemiz ve düşündüğümüz şeyle ilgili sesimizi yükseltmemiz lazım. Nasıl çalışacaklarını anlamak için çevresinde F-15 savaş uçağı uçurdukları hava savunma sistemi olduğuna göre ona belli silahları satmaya devam edip etmeyeceğimiz konusunda bedel ödetmeliyiz.”
Anlaşılan o ki kuklacılar yeni kuklaya Türkiye’yi köşeye sıkıştırma misyonunu biçmişler. ABD’nin yeni başkanının daha seçimlerle ilgili tam ve net bir sonuç alamamışken ve gerilimin fitili şimdiden ateşlenmişken başka coğrafyalarla uğraşmaya zamanı olacak mı, göreceğiz. Türkiye de oyunu kuralına göre oynamada artık profesyonel. Bir yola girdi ve emin adımlarla ilerliyor. Önümüzdeki iki yıl planladığı reform hamlelerini başarıyla yaparsa, Amerika, üzerine oyun kuracağı değil, oyunu birlikte yazmak zorunda kalacağı bir Türkiye ile yüzleşecek.
Karabağ Azerbaycan’dır
Azerbaycan 1992’deki o savunmasız ülke değildi. Türkiye’den de SİHA’lar başta olmak üzere tam destek alan Azerbaycan, kahraman askerleriyle birlikte terörist Ermenistan Devleti’ni tarihe geçecek bir kararlılık ve cesaretle pişman etti.
Ermenistan, Rusya’nın kışkırtmalarıyla yirmi altı yıl önce Hocalı’da yaptığı katliamın bir benzerini yeniden hayata geçirmek üzere Dağlık Karabağ’ı işgal etmişti. Başbakanları Paşinyan kendinden o kadar emin konuşuyordu ki, biraz daha ileri gidebilse Bakü’yü alabileceğini söyleyecekti. Ederi iki milyar dolardan fazla olan silah ve mühimmatı askerleriyle birlikte bölgeye göndermiş ve tüm dünyanın gözleri önünde sivilleri öldürmeye başlamıştı. Fakat unuttuğu, görmediği ya da görmezden geldiği bir gerçek vardı. Azerbaycan 1992’deki o savunmasız ülke değildi. Türkiye’den de SİHA’lar başta olmak üzere tam destek alan Azerbaycan, kahraman askerleriyle birlikte terörist Ermenistan Devleti’ni tarihe geçecek bir kararlılık ve cesaretle pişman etti. Resmî açıklamaya göre iki bin üç yüz Ermeni askeri öldü. Birçoğunun kimlik tespitinin hâlâ yapılamadığı söyleniyor. Kayda değer bir anekdotu da paylaşalım: Ermenistan ordusunda tümgeneral olan Levon Stepanyan, çoğu subay olmak üzere on bin askerin cepheden kaçtığını açıkladı. Bu bilgi Azerbaycan’ın neden kazandığının, Ermenistan’ın neden kaybettiğinin en net izahı olabilir. Çünkü savaşları silahtan ziyade onu kullanan yürekliler ordusu kazanır.
Azerbaycan’ın bileğinin hakkıyla elde ettiği galibiyetin ardından Rusya’nın öncülüğünde imzalanan ateşkes anlaşmasıyla, 27 Eylül’de başlayan çatışmalar 9 Kasım tarihinde nihayete erdi. Buna göre Azerbaycan, Dağlık Karabağ içinde ilerlediği alanlarda kontrolü sağlamış oldu. Ermenistan’a da işgali devam eden yedi bölgeden çekilme talebi kabul ettirildi. Rusya ise Ermenistan’ın sırtını sıvazlayarak düğmesine bastığı sürecin sonunda Dağlık Karabağ’da 28 yıldır oluşturmak istediği askerî gücü elde etmiş oldu. Ayrıca yeni açılacak ve stratejik önemi yüksek olacak koridorların kontrolünü sağladı. Müzakere masasına eli güçlü bir şekilde oturan Azerbaycan, Ermenistan’ın ilk başlarda kabul etmediği, Rusya’nın ise ısrarcı olmamakla beraber tavrını Ermenistan’dan yana koyduğu üç konuyu kabul ettirdi. Bunlardan ilki çatışmaların sürdürüldüğü Laçin ve Kelbecer bölgelerinin geri verilmesi. Moskova yönetimi Erivan’ın taleplerinin gerçekleşmesi konusunu zorlamasa da statükonun korunmasını ve sonuçta sürecin netleşmesini istiyordu. İmzalanan anlaşmayla Ermenistan’a 15 Kasım’a kadar Kelbecer’den, 1 Aralık’a kadar da Laçin’den çekilmesi için zaman tanındı. İkincisi, Azerbaycan nüfus bakımından Ermenilerin de yoğun yaşadığı Dağlık Karabağ’da geri aldığı topraklarını muhafaza etmesiydi. Son olarak da Nahçıvan’dan Azerbaycan’a Ermenistan’dan geçecek bir irtibat yolu açılmasıydı. Böylelikle Türkiye’den Azerbaycan’a karayoluyla ulaşım da sağlanacak.
Türkiye anlaşmada yok. Bunun da çeşitli sebepleri var. Rus yetkililer “Her iki ülke adına kalıcı ve kapsamı geniş şartlar için anlaşma zemini oluştuğu, Azerbaycan ve Ermenistan’ın çıkarlarını koruyacak temel bir dil geliştirildiği” şeklinde anlaşılması güç bir izahat yapıyorlar. Türk diplomatlar da Ermenistan’ın anlaşmada Türkiye’nin olmaması koşulunu talep ettiğini iddia ediyor. Ne olursa olsun Türkiye, Azerbaycan’a yirmi altı yıl önceki borcunu ödedi, kardeşlik hukukunun gereğini yerine getirdi. Şimdi de askerlerimiz Ruslarla beraber devriye için Dağlık Karabağ’da olacak. Sözün özü, hem Azerbaycan hem de Türkiye için istenilen netice kazanıldı. Ermenistan’a uzun süre unutamayacağı bir ders verilmiş oldu. Ve anlaşıldı ki tıpkı Ortadoğu’da olduğu gibi Kafkasya’da da artık Türkiye’nin devre dışı bırakıldığı hiçbir plan tutmayacak.