Belgelere göre 2013 ve 2014’te Fransız çimento şirketi Lafarge, DAEŞ’i finanse etmiş. Şirketle ilgili olarak “insanlığa karşı suça iştirak” iddiasıyla soruşturma başlatıldı. Uzaktan bakıldığında sıradanmış gibi görünen bu hadiseyi kazıdıkça altından başka şeyler çıkıyor.
Cezayirli göçmen bir ailenin çocuğu Fransa’da ilkokula başlamış. Öğretmen derste herkesle tek tek tanışırken sıra ona geldiğinde sormuş: “Senin adın ne?” Çocuk “Mahmut” demiş. Öğretmen, “Öyle isim olur mu? Senin ismin bundan sonra François olsun.” diyerek çocuğa yeni bir isim koymuş. Mahmut, akşam evde annesi kendisine seslendiğinde adının artık François olduğunu söylemiş. Tabii annesi hayli sert tepki göstermiş. Babasıyla da benzeri bir diyalog yaşanınca annesinin gösterdiğinden çok daha sert bir tepki ile karşılaşmış. Ertesi gün okulda Mahmut’un bitkin ve üzgün halini gören öğretmeni “François bu ne hal?” diye sorunca Mahmut şu ilginç cevabı vermiş: “Sormayın öğretmenim. Dün akşam iki Arabın saldırısına uğradım!”
Her ne kadar bu bir fıkra olsa da, hem bir sebeple Batı’ya sığınan müslümanların neleri geride bırakmak zorunda kaldıklarını hem de “demokratik ve özgürlükçü” Fransa’nın iç yüzünü bire bir anlatıyor. Fransa Avrupa’nın üç büyük devletinden biri; sömürgecilik ve zulümde diğer ikisinden aşağı kalır bir yanı yok. Özellikle Afrika’da özgürlüklerini ellerinden aldığı toplumların sadece ekonomik kaynaklarını değil; inançlarını, kültürlerini, dillerini ve kişiliklerini de devşirdi. Bir süredir de küresel projelerinde kendini tamamen dışarıda tutarak sömürdüğü halkları piyon olarak kullanıyor. Özellikle Macron dönemiyle birlikte dünyanın herhangi bir yerinde, daha çok da Ortadoğu’da yaşanan kargaşalardan yararlanmaya çalışan Fransa, Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri gibi mevzuya doğrudan müdahil olmuyor; sessiz ve derinden yürüttüğü planlarla sonuç almaya çalışıyor. Bugün artık imparatorluk dönemindeki kadar güçlü değil. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra işgal ettiği Suriye gibi topraklarda “koparabildiğim kârdır” siyasetiyle var olmaya çalışıyor.
Fransız Çimentosu ve Terör
Geçtiğimiz günlerde Anadolu Ajansı’nın ulaştığı raporlar, sözünü ettiğimiz yaklaşımı ispatlar nitelikte. Belgelere göre 2013 ve 2014’te Fransız çimento şirketi Lafarge, DAEŞ’i finanse etmiş. Şirketle ilgili olarak “insanlığa karşı suça iştirak” iddiasıyla soruşturma başlatıldı. Uzaktan bakıldığında sıradanmış gibi görünen bu hadiseyi kazıdıkça altından başka şeyler çıkıyor. 1833’te kurulmuş, hali hazırda 63 bin çalışanı bulunan ve mal varlığı 34 milyar Euro’yu aşan şirketin, bütün dünyada terör örgütü olarak tanımlanan bir yapıya kafasına göre ya da gizliden yardım yaptığına inanmak safdillik olur. Nitekim ele geçirilen belgeler şirket yetkililerinin Fransız istihbaratıyla sürdürdüğü dirsek temasını ortaya koyuyor. 2014’teki görüşme trafiğinde şirketin güvenlik direktörü, Fransız istihbarat yetkililerine; “Lafarge’ın Suriye’de halen aktif olduğunu ve çalışmalarının devam edebilmesi için ‘yerel aktörlerle’ ilişki kurması gerektiğini” belirtiyor. Fransız istihbarat görevlisinin Lafarge Güvenlik Direktörü’ne sorduğu soru ise konuya ne kadar vakıf olduğunun kanıtı niteliğinde: “DAEŞ’e giden çimentoyla ilgili daha fazla detay verebilir misiniz?”
Şirket yetkilisinin Kasım 2017’de polise verdiği ifade, Fransız Devleti ile Lafarge arasındaki ilişkiyi gözler önüne seriyor. Polisle paylaştığı para transferleriyle ilgili dokümanların birinde el yazısıyla “Fransız Dış İstihbarat Servisi’ne gönderildi” yazması da şüpheye mahal bırakmıyor. DAEŞ’in bu yardımlarla Suriye’de Amerikan askerlerine ve koalisyon güçlerine karşı tüneller inşa ettiğini, ABD’nin de Lafarge’ın Suriye’deki çimento fabrikasını imha ettiğini de söyleyelim. Dahası, saldırıdan sonra tesislerdeki birçok malzeme geride kanıt bırakmamak için yakıldı. İslâm’ın adını kullanarak yeryüzünde bozgunculuk yapan bir örgütün nasıl ve hangi saiklerle kurulduğu, ne zaman bu kadar güçlendiği, malî kaynaklarının ne olduğu gibi sorular gizemini korumaya devam ediyor. Cevapları bulmak zor değil oysa. Yabancı terörist savaşçılar, örgütün yönetim kadrosunun Batılı ülkelerle teması, küresel güçlerin ellerindeki askerî ve ekonomik güce rağmen toplama bir örgütün kökünü güya kazıyamaması gibi birtakım veriler, sahnenin arkasında kimler bulunduğuna yeterince işaret ediyor.
Kuklaların kimliğinin önemi yok, ipleri tutan el aynı. Ama işler değişiyor. Perde gerisindekiler karanlık yüzlerini eskisi gibi saklayamıyor. Öyle görünüyor ki insanları birbirine kırdırmak kolay olmayacak.
Afganistan’da Yeni Dönem
Güney Asya’nın kadim ülkelerinden Afganistan’da Taliban darbeyle yönetimi ele geçirdi. Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin yirmi yıl boyunca işgal ettiği, milyarlarca dolar para harcadığı ve legal yahut illegal yöntemlerle misliyle gelir elde ettiği toprakları, terör örgütü ilan ettiği bir yapıya bırakıp gitmesi enteresan. Geçen ay da bahsetmiştik, aslında ortada bir terk ediş yok. 2003’te işgal edip 2008’de güya ayrıldığı Irak’ta yaşananlara benzer bir senaryo devreye girdi.
Düşünün bir kere, Taliban’ın el koyduğu Amerikan silahlarının maliyeti seksen beş milyar dolar. Bu elbette önemli bir miktar. Bir de yer altı ve yer üstü kaynaklarından Taliban’ın kontrolüne geçen zenginliğin miktarını düşünün. Tersinden söyleyecek olursak, Amerika’nın yitirdiği yahut üzerine öyle göründüğü yüzlerce milyar dolar ederindeki kaynaklar artık Taliban’ın elinde! Akla pek yatkın gelmiyor. Dolayısıyla “Afganistan’da kazanan kim?” sualinin cevabı, ilk akla geldiği gibi olmayabilir.
Peki Taliban bundan sonra nasıl bir yol izleyecek? Taliban denilince gerilla savaşını iyi bilen paramiliter bir örgüt geliyor akla. Yani bir veya birkaç devlet tarafından desteklenen ama sivillerden oluşan, yarı askerî bir güç. Oysa devlet yönetmek için ekonomiden dış politikaya, sağlıktan ulaşıma, eğitimden iç siyasete pek çok alanda deneyimli kadrolara sahip olmak gerekiyor. Bu husustaki eski tecrübesi de pek umut vermiyor. Örgüt, 1996 - 2001 yılları arasında Afganistan’ı yönetmişti. Molla Ömer öncülüğünde oluşturulan Taliban, 1996’da Afganistan İslâm Emirliği’ni kurdu. 11 Eylül saldırılarından sonra Usame b. Ladin’in teslim edilmemesi üzerine ABD örgütü hedef haline getirerek Afganistan’ı işgal etti. Afganistan İslâm Emirliği o dönemde Suudi Arabistan, Pakistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından devlet olarak tanındı. Beş yıllık iktidarı döneminde ılımlı bir siyasî görüntü vermeyen örgüt, halkın da desteğini sağlamada da eksik kaldı. Hatta 2001’de iktidarı kaybettiklerinde ülkedeki ılımlı aktörler, örgütün barış için müzakere zemini oluşturması için baskı oluşturmaya çalıştı. Üst kadro bu talepleri sert bir şekilde reddetti. 2015’te peş peşe yaşanan suikastlar, Taliban’da barışın nihaî çözüm olduğu kanaatini uyandırdı. Ve en nihayetinde 29 Şubat 2020’de Amerikan yönetimi ile Taliban arasında antlaşma imzalandı.
Gelinen noktada Taliban’ın gerek Afgan halkına yönelik tutumu, gerek uluslararası ilişkilerde ilerleyeceği güzergâh sadece örgütün değil, Afganistan’ın geleceğini de belirleyecek. Yukarıda dile getirdiğimiz tecrübeli kadro eksikliği en başta çözülmesi gereken mesele olarak duruyor. Bir de Taliban’ın mevcut durumda manipülasyona açık bir yapısının olduğunun altını çizelim. Yani vekalet savaşları stratejisini profesyonelce uygulayan büyük devletler için örgütün icraatları, Afganistan başta olmak üzere dünyanın herhangi bir yerine saldırmak için bahane olabilir. Keza uluslararası arenadaki İslâm imajı, Taliban ve benzeri yapıların tavırlarıyla maalesef doğru orantılı. Şayet yönetici kadrolar şeriat söyleminde samimilerse bir adım atarken en az dört defa düşünmeleri gerekiyor. Çünkü provokatif söylem ve eylemler, alem-i İslâm’ın tamamına yönelik yeni ön yargıların inşasına, mevcut kötü yargıların da güçlenmesine sebebiyet verecek. Dileriz yeni süreç hem Afgan kardeşlerimiz hem bütün müslümanlar için hayırlar getirir.
Afrika’da Neler Oluyor?
Avrupa’nın yüzlerce yıldır sömürdüğü Afrika, üzülerek ifade edelim, bir türlü istikrara kavuşamıyor. Devletler kuruluyor, bağımsızlıklar ilan ediliyor, “demokratik mekanizmalar” oluşturuluyor. Ancak darbelerin, cinayetlerin önüne geçilemiyor. Yakın geçmişte önce Türkiye ile iyi ilişkiler kuran Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir darbeyle alaşağı edildi. Sonra Çad Cumhurbaşkanı İdris Deby meşum bir suikastla hayatını kaybetti. Mali’de Cumhurbaşkanı İbrahim Ebubekir Keita askerî müdahale ile indirildi. En son, bütün Afrikalı liderlerin ağabey dediği, uzun yıllar Fransa’da yaşamış, Paris Üniversitesinde siyaset bilimi profesörü olan Gine Cumhurbaşkanı Alpha Conde, en güvendiği isimlerden birinin başını çektiği askerî darbeyle devrildi.
Conde, Afrika kıtasının tamamı için mühim biri. Bu da yalnızca yaşı ve kurduğu diyaloglar nedeniyle ağabey olarak görülmesiyle alakalı değildi. On bir yıllık iktidarının özellikle son döneminde “Bağımsız Afrika” şiarıyla hareket ediyor ve her fırsatta Afrika’nın kendi kararlarını verebilecek güçte ve enerjide olduğunu dillendiriyordu. Conde’nin Afrika Birliği dönem başkanıyken 2017’de sarfettiği şu cümleler ülkesine ve genel itibarıyla kıtaya bakışını özetliyor:
“Gine politik olarak bağımsız ama ekonomik olarak elbette bağımsız değil. Bugün bizim savaşımız ekonomik bağımsızlık. Dışa çok fazla bağlıyız. Endüstrimiz ithalata bağlı. Tükettiğimizi kendimiz üretmeliyiz. Aslında ülke olarak değil, bölgesel bir çerçeveyle bakmak lazım. Batı Afrika Ekonomik Topluluğu 300 milyonluk bir nüfusa hitap ediyor. Sadece Gine’de değil, tüm Afrika’da güçlenmeliyiz.”
Sabık Cumhurbaşkanı iyi niyetinin kurbanı oldu. Özel Kuvvetler Komutanı’nı Afrika’da pek çok ülkede operasyona gönderen, kameraların karşısına geçip demeç vermelerinin ne müsaade eden Conde, evladı gibi gördüğü bir askerin kendisine darbe yapacağına asla ihtimal vermezdi. Ancak, tıpkı Romalı lider Sezar’ı sırtından bıçaklayan en yakın adamı Brütüs gibi Doumbouya da Conde’yi sırtından vurdu.
Afrika’nın Batı’yla olan münasebetinin mahiyeti ile ilgili kritik tespiti ise muhtemelen maruz kaldığı darbenin asıl sebebi. Şöyle diyordu: “Afrika artık Batı’ya olan bağımlılığına son vermeli ve kaderini kendi ellerine almalı.”
Afrika’da Fransa, İngiltere, Belçika gibi “sömürge imparatorlukları”ndan habersiz kuş bile uçmaz. Tabiatıyla Conde gibi karizmatik ve güçlü bir lidere yönelik darbe, askerin gücünün çok ötesinde. Cumhurbaşkanı Conde’nin iradesiyle Fransa’da askerî eğitim alan, Fransa Yabancı Lejyonu’nda yıllarca vazife üstlenen, ülkeden vatandaşlık da alan Doumbouya’nın koordine ettiği askerî müdahale için kimin düğmeye bastığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Conde’nin anayasada yaptığı değişiklik bahane edilse de, öyle bir hamlenin bedeli darbe değil.
En eski medeniyetlerin beşiği Afrika, emperyalist devletlerin otoritesi ortadan kalkmadan özgürlüğüne kavuşamayacak. Türkiye, Afrika’nın bağımsızlığı için mücadele veriyor. Peş peşe yaşanan darbeler ve suikastların Türkiye ile yakın temasa geçen ülkelerde zuhur etmesi de tesadüf değil. Afrika’da bir atasözü var: “Aslanlar kendi hikâyelerini yazmadıkça avcıların hikâyelerini dinlemek zorundayız.” Bir buçuk milyar Afrikalının kendi gelecekleri için umarız aslanların hikâyesini yazacakları günler yakın olur.