YUNANISTAN "PSİKOLOJİK EŞİK"İ AŞIYOR
Doğu Akdeniz bir süredir ısınıyor. İsrail’in öncülüğünde Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin de dahil olduğu, Lübnan’ın desteğe zorlandığı, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerin de omuz verdiği ittifak, bölgedeki zengin doğal gaz rezervini kontrol altına almaya çalışıyor. Türkiye de bir zamanlar Osmanlı Gölü olan Akdeniz’de hakimiyet alanının törpülenme çabasına sessiz kalmayarak Libya ile anlaşma imzaladı ve başına örülmeye çalışılan çorabı söküp attı. Türkiye-Libya ortaklığı Akdeniz’i adeta tam ortasından bölerek masa başında çizilen haritaları işlevsiz hale getirdi. Yaşananlara en fazla tepki göstermesi gereken ülke İsrail. Ancak ilginç bir şekilde Tel Aviv yönetimi sessiz ve derin ilerlerken, Yunanistan ittifakın sözcülüğünü üstlenerek Türkiye’ye yönelik tehditkâr açıklamalar yapmaktan geri durmuyor.
Yaklaşık 132 bin kilometrekarelik yüz ölçümü ve on bir milyon nüfusu bulunan Yunanistan’ın motivasyonu, geçtiğimiz Ocak ayında uluslararası hukuku rafa kaldırıp kendi gayri meşru kanunlarını dayatmaya çalışan İsrail’le imzaladığı “Eastern Mediterannean” (East-Med) olarak isimlendirilen anlaşma. Buna göre Doğu Akdeniz’den başlayan doğal gaz boru hattı Güney Kıbrıs ve Yunanistan karasuları üzerinden Avrupa’ya gidecek. Ortalama yedi yılda bitirilmesi ön görülen projenin yedi milyar Avro’ya mal olacağı tahmin ediliyor. Projenin destekçisi ise Avrupa Birliği (AB). Türkiye’ye mülteciler için altı milyar Avro ödemeyi taahhüt edip sözünde durmayan AB! 20 milyar metreküp kapasiteye sahip olan hattın, Mısır’ın rezervleri eklense bile sürdürülebilir olmadığı söyleniyor. İşte bu nedenle, şer ittifakı Akdeniz’de yana yakıla petrol arıyor. Hem de Türkiye’yi saf dışı bırakmaya çalışarak...
Türkiye, Libya hamlesinin üzerine 21 Temmuz 2020’de Oruç Reis gemisiyle Akdeniz’de sismik araştırmalar yapacağını ilan etti. Söz konusu hareket Birleşmiş Milletler’e (BM) bildirilen kıta sahanlığı sınırları dâhilinde ve Türk Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın (TPAO) ruhsat sahası içerisinde kalan bölgede yapılıyor. Yunanistan da Türkiye’nin kendi kıta sahanlığına müdahil olduğu iddiasıyla hayli “sert” tepki gösterdi. Askerlerinin teyakkuza geçtiğini, egemenlik haklarını koruma hususunda her türlü mücadeleye hazır olduğunu ve bölgeye savaş gemilerini göndereceğini açıklaması sonrasında, Türkiye karşı manevrayla Oruç Reis gemisini korumak için savaş gemilerini Akdeniz’e indirdi. Almanya’nın devreye girmesiyle gerginlik kısmen yatıştı ve Türkiye, iki ülke arasında 2002’de başlayıp son yıllarda askıya alınan istikşafi görüşmelerin tekrar edilmesine ilişkin iyi niyet göstergesi olarak dört haftalığına geri çekilme kararı aldı. Fakat uzatılan zeytin dalına rağmen Yunanistan bu kez de Mısır’la masaya oturdu ve hakkı olmadığı halde deniz yetki sınırlandırması protokolüne imza attı. Ankara ise bu mutabakatı yok hükmünde sayarak 7 Ağustos itibarıyla yeniden Oruç Reis’i araştırma yapmak üzere sahaya sürdü.
Atina; BM, NATO ve AB’ye Türkiye’ye yaptırım uygulamaları konusunda baskı yapıyor. Böylelikle tıpkı şimdiki hâmisi İsrail gibi, küresel “egemen”lerin rüzgârıyla hakkı olmayanı ele geçirmek niyetinde. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise tüm bu gerilime rağmen diplomasi kapısını tamamen kapatmadı. “Akdeniz’deki tüm ülkeler olarak bir araya gelelim. Herkes için kabul edilebilir, herkesin hakkını koruyan bir formül bulalım” cümleleriyle kıyısı olan her devletin faydalanacağı, hakkaniyete uygun çözüm önerisi sunuyor.
Yunanistan, bulduğu fırsatları uygun olsun yahut olmasın Türkiye aleyhinde kullanmaya meyilli. Zira kuyruk acısı var. 1800’lü yılların ilk yarısındaki ayaklanma ve 1821-29 arasında savaşla bizden sözde bağımsızlığını kazandı. “Sözde” diyoruz, çünkü mevcut vaziyet ne kadar “bağımsız” olduğunu gözler önüne seriyor. Kurtuluş Savaşı sırasında da İtilaf Devletleri’nin sırtını sıvazlamasıyla Ege Bölgesi’nden Anadolu’ya girdi, fakat hâlâ unutamadığı bir tokat yiyerek hezimete uğradı. Temmuz ayında Ayasofya’nın açılışı ile de ıstırabı zirve noktasına ulaştı. Açıkçası Yunanistan’ın tutumu, başını topraktan çıkarıp küçücük bir sesle korkup tekrar toprağa gömülen köstebeği andırıyor. Malumunuz, masala göre köstebek aslanla dost olamaz. Düşmanlığa da yalnız başına cesaret edemez. Arkasına hiç olmazsa kurdu alması gerekir. Yunanistan psikolojik eşiği aşmaya başladı. Böyle giderse yakın gelecekte ardında kimsenin kalmadığını görerek, kendisini güvende hissettiği toprağına çekilmek zorunda kalacak.
BEYRUT’TAKİ PATLAMA KİMİN İŞİNE YARADI?
Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta, etkisi bütün civar ülkelerde hissedilen büyük bir felaket yaşandı. Limana yakın bir antrepoda bekletilen tam 2.750 ton amonyum nitrat henüz belirlenemeyen bir nedenle yanmaya başladı. Peşi sıra da yüzlerce kişinin ölümüne, binlercesinin yaralanmasına neden olacak şekilde infilak etti. İsrail’e sınır komşusu Lübnan’da Doğu Akdeniz’in karıştığı bir dönemde meydana gelen olay, ister istemez zihinlerde soru işaretleri oluşturuyor. Amonyum nitrat Rus bir iş adamına aitmiş ve 2014’ten beri limanda bekletiliyormuş. Taşıyan geminin mürettebatı ülkeyi terk etmiş, kaptanı da Rusya’daki şirkete vaziyeti defalarca anlatmaya çalışsa da başarılı olamamış. Gemi Gürcistan’dan kalkıyor, Mozambik’te bir şirkete teslim edilmek üzere yola çıkıyor. Ne hikmetse şirketin yetkilileri altı yıldır teslim edilmemesine rağmen malın pek akasına düşmüyor, akıbetini sormuyor.
İsrail kanadından peş peşe “patlamanın bizimle ilgisi yok” mealinde açıklamalar yapıldı. Hatta Benjamin Netanyahu, Hayfa’nın boşaltılma ihtimalinden söz etti. Elbette hadise gündemden düşmeye başlayınca patlama olmamış gibi davranmaya devam ediyor.
Peki bu kadar “tesadüf”ün bir araya gelmesi normal mi? Öncelikle uzmanların aktardığı şu gerçeğin altını çizelim: Amonyum nitrat yanıcı bir madde, patlayıcı değil. Görüntülere dikkat edildiğinde önce yangın, sonra patlama görülüyor. Birilerinin roket atarak depoyu patlattığına dair iddiaların doğruluğu şüpheli. Fakat patlayıcı yapımında kullanılan amonyum nitratı o hale getirmek için içine patlayıcı bir şeyler koymak da gerekiyor. Ortalığı karıştıracak söylentiye gelecek olursak, amonyum nitratın depolandığı yerde Hizbullah’a ait silah ve mühimmatın da tutulduğu rivayet ediliyor. Yani birileri, amonyum nitratı tutuşturarak içerideki roketleri, silahları, mermileri havaya uçurmuş. Her ne kadar Cumhurbaşkanı Mişel Avn hayal ürünü olarak nitelese de tevatür yabana atılır cinsten değil. İlk anda yangının kapı tamir edilirken sıçrayan kıvılcımdan çıktığı açıklanmıştı. Bu kadar fazla yanıcı maddenin bulunduğu yerde ateş çıkarmak çok da mantıklı görünmüyor.
Rahmetli Prof. Mahir Kaynak hocamızın faili meçhul meselelerin çözümü için ortaya attığı kritik bir tez vardı: “Faili bulmak istiyorsanız olayın sonucunun kime yaradığına bakın. Bunu bilirseniz, kimin yaptığını da bilirsiniz!” Böyle düşünürsek bütün yollar tek noktaya çıkıyor: İsrail... Çünkü, birincisi Türkiye yakın zamanda Libya’yla kurduğu ittifaka Lübnan’ı da dahil ederek mevzi genişletecekti. İsrail böylesi bir eylemle bu stratejiye cevap vermiş olabilir. İkincisi, Hizbullah’la yapılacak mücadele üzerinden Lübnan’da siyasî dinamikleri tamamen değiştirecek bir operasyonun düğmesine basmak isteyebilir. Nitekim BM destekli Lübnan Özel Mahkemesi, elim vakanın peşi sıra on beş yıl önceki Refik Hariri suikastında Hizbullah’ın parmağı olduğuna dair herhangi bir kanıt bulunmadığı kararını vererek yeni tartışmalara zemin hazırladı. Hükümetin istifasından sonra, zaten uzun süredir ekonomik krizle boğuşan Lübnan’da işler epey sarpa saracak gibi duruyor.
İsrail bu coğrafyada puslu havayı ve kaosu çok seviyor. Türkiye, verdiği kardeşlik mesajlarıyla halkın gönlünü fethetmişti. Liderlerinin olmasa da bölge halklarının yolunu gözlediği ülke Türkiye, bu oyunu da bozacak. Ve Nizar Kabbani’nin deyişiyle, “Beyrut’un yakut taşlı bileziklerini alanlar, efsunlu mührünü haczedenler ve altın bileklerini kesenler” için hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
MALI’DE DARBENİN AYAK SESLERİ
Askerî müdahalelerin artık siyaseten hayatın olağan akışı içerisinde rutinleştiği Afrika’da, şimdi de köklü medeniyetlere ev sahipliği yapmış ve kıtanın gelişmiş ülkelerinden Mali’de sokaklar karıştırılıyor. Mayıs ayından itibaren Cumhurbaşkanı İbrahim Bobacar Keita’ya yönelik muhalif sesler yükseliyordu. Hatta birkaç kez darbenin eşiğinden dönüldüğü bile vaki idi. Ama bu kez iş ciddiye benziyor. 2017’de uluslararası örgütlerin desteğini de alarak cumhurbaşkanına karşı mücadele etmeye başlayan kitleler, karşısına dinî önderleri bile çıkarmak istemişler, ama başarılı olamamışlardı. Meşru yollarla amaca ulaşamayınca şimdi de darbe planını harekete geçirdiler. Bu satırları kaleme aldığımız anlarda başkent Bamako’nun 15 kilometre ötesindeki Soundiata garnizonundaki askerî araçlar hareketlendi. Bamako Bağımsızlık Meydanı’nda toplanan muhalifler, askerlere alkışlarla destek verdiler, Cumhurbaşkanı Keita’nın oğlu Kerim Keita ve Başbakan Bobou Cisse alıkonuldu. Adalet Bakanlığı binası ateşe verildi, kamu binaları boşaltıldı. Cumhurbaşkanı’ndan haber alınamıyordu. Keita’nın BM ofisine sığındığı haberleri yayıldı.
Politik anlaşmazlıkların had safhada olduğu Mali’de kargaşanın dozu, Anayasa Mahkemesi’nin Mart ve Nisan ayındaki seçimlerin kesin sonuçlarını açıklarken, geçici sonuçlara göre kazanamayan 31 vekilin seçildiğini açıklamasıyla arttı. Yüksek İslâm Konseyi Eski Başkanı İmam Dicko’nun öncülüğündeki muhalifler Haziran ayında iki defa geniş kitlelerin katıldığı protesto gösterileri düzenlediler. Keita istifa etmeyeceğini açıklayınca sivil itaatsizlik çağrısında bulundular. Temmuz ayında yeniden sokaklara dökülen muhaliflerin eylemleri sırasında on bir kişi öldü. Keita, çözümü Anayasa Mahkemesi’ni feshetmekte buldu.
Kıtanın stratejik siyasî organizasyonu Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAS) acil toplanma kararı aldı. 31 milletvekilinin istifa etmesini ve Anayasa Mahkemesi’nin yeniden dizaynını tavsiye etti. Anayasa Mahkemesi ile ilgili tavsiye kararı uygulanırken, milletvekilleri ile ilgili herhangi bir adım atılmadı.
Afrikalı liderlerin birbirlerine en çok benzeyen özellikleri, koltuğa oturdukları zaman kalkmayı asla düşünmemeleri. En belirgin örnek de Kongo Cumhuriyeti Devlet Başkanı Denis Sassou Nguesso. Darbe ile iş başına gelen iktidara darbe yapanlara darbe yapan Nguesso, 1979’da Devlet Başkanlığı koltuğuna oturdu, 1992’de seçimi kaybettikten sonra, 1997’de de kazanamayınca yeniden darbe yaparak iktidara geldi. Bugün hâlâ Kongo Cumhuriyeti Devlet Başkanlığı görevini “başarıyla” sürdürüyor! İbrahim Bobacar Keita da Afrikalı ve bu “gelenek”in temsilcisi. 1994-2000 arası Başbakanlık, 2002-2007 arası Meclis Başkanlığı, 2013’ten bugüne de Cumhurbaşkanlığı görevlerini icra ediyor. Kendisiyle tanışmış, görüşmüş biri olarak samimiyetle söyleyebilirim ki, Keita eleştirilerin aksine diktatör değil. Kendisine karşı yapılan girişimin arkasında Fransa’nın olduğu gün gibi ortada. Şunun altını da ayrıca çizmekte fayda var: FETÖ en sağlam yapılanmasını Afrika’da inşa etti. İstihbarat raporlarında Mali’de etkin olan “M5 RFP Paltformu”nun FETÖ tarafından fonlandığı ve organize edildiği yazıyor.
Geçmişi milattan önce 7000’lere kadar götürülen; İbn Fazlullah el-Ömerî, İbn Battûta, İdrîsî, Hayonsan el-Vezzân ve Kalkaşendî gibi İslâm âlimlerinin eserlerine konu olmuş Mali, maalesef Fransa’daki kelebeklerin kanat çırpmasını, kasırga etkisiyle hissederek kan gölüne dönüşebiliyor. 1500’lü yıllarda Devlet-i Âliyye ile de kurduğu iyi ilişkiler nedeniyle aynı ortak paydada buluştuğumuz ülke, dileriz ki kardeşin kardeşe kırdırıldığı, müslüman kanının döküldüğü yeni bir sahneye dönüşmez.