Uluslararası ilişkilerde tezler ve terimler Batı tarafından belirlenmiş durumda. Öyle ki biz bile içinde bulunduğumuz coğrafyayı Batılıların tanımladığı şekilde ifade ediyoruz. Yani bize layık görülen kıyafet neyse, baştan kabulleniyoruz. Bu durum önemsiz gibi görünse de zaman içerisinde kelimelere yüklenen anlamlar dünya siyasetinin seyrini, toplumlara bakışı, ön kabulleri ve yargıları belirliyor.
Mesela “Ortadoğu” tanımlaması. Avrupa’da ve Amerika’da Ortadoğu denilince akla savaş, terör eylemleri, cinayet ve geri kalmışlık geliyor. Çünkü zihinlere böyle kodlanmış. Ve hal böyle olunca Ortadoğu diye tarif edilen bölge, kaynakları üzerinde tahakküm kurmak için, demokrasi ve özgürlük maskesi geçirilmiş söylemler kullanılarak açık hedef haline getiriliyor. İpek ve baharat yolları gibi yüzlerce yıl dünyanın en kritik güzergahının bulunduğu bölgeye “Middle East: Ortadoğu” diyen Alfred Mahan’ın böyle bir niyeti var mıydı bilinmez, ama gelinen nokta söz konusu kavramsallaştırmanın boşa olmadığını gösteriyor.
Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’ndan sonra bölgeden çekilmesiyle, işaret ettiğimiz sürecin baş döndürücü şekilde hızlandığını söylemeliyiz. “Ortadoğu”da egemenlik tesis etmeye çalışan devletlerin kontrolündeki yöneticiler zaman içerisinde değişse de ne yazık ki toplumsal ve siyasal krizler bitmek tükenmek bilmedi. Irak, Suriye, Arap Yarımadası, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir ve Fas gibi ülkelerde; Afganistan ve Pakistan’da hatta Türkiye’de, şiddeti farklı olmakla birlikte yüz yılı aşkın süredir bunalımlar devam ediyor. En son 2011’de başlayan Arap Baharı’yla birlikte yine Batı’nın adlandırmasıyla “diktatör rejimler devrildi”, halk hareketleri kazandı. Lakin manzara aynı. Irak fiilî olarak bölündü, Suriye’de kan gövdeyi götürüyor. Tunus, Cezayir ve Mısır’da gelinen nokta beklentilerinin epey gerisinde. Hatta güneyde bulunan Yemen bile kırılmanın eşiğine geldi.
Ortadoğu’da Sıra Lübnan’da
Bugünlerde yine bir zamanlar Osmanlı toprağı olan Lübnan’da gerilim tırmandırılıyor. Hatırlayın, geçtiğimiz yıl ülkede peş peşe patlamalar ve yangınlar yaşanmıştı. Bütün dünyayı sarsan, Akdeniz’e kıyısı olan devletleri de yoğun şekilde etkileyen Beyrut Limanı’ndaki felakette 200 kişi ölmüş, tam 6 bin 500 kişi de çeşitli şekilde yaralanmıştı. Maddi hasarın boyutları ise tahmin edilenin çok ötesinde. Hadiseyi soruşturmak üzere görevlendirilen hâkim Tarık el-Bihtar, özellikle Hizbullah örgütü tarafından siyasî hedefleri olduğu gerekçesiyle istenmiyordu. Görevden alınması talebi reddedilmiş ve konu Lübnan Temyiz Mahkemesi’ne taşınmıştı. Tarık el-Bihtar’ın görevini sonlandıramayan mahkeme, önüne gelen ikinci görevden alma talebi dosyasını da görevden alma yetkisine sahip olmadığı gerekçesiyle reddetti.
Kararın açıklanmasıyla birlikte sokaklar karıştı. Hizbullah’ın başını çektiği grup gösteri yürüyüşü yaptı. Eylemciler Beyrut’un Tayyuna bölgesine geldiklerinde, kimi binaların çatılarından üzerlerine ateş açıldı. Altı kişinin hayatını kaybettiği olayda otuzdan fazla kişi yaralandı. Kendilerine yapılanın intikamını almak isteyen Hizbullah ve Emel Hareketi destekçileri uzun namlulu silahlarla Hıristiyan Lübnan Güçler Partisi üyelerine saldırdı. Tansiyonu düşürmek maksadıyla sokağa inen güvenlik güçleri de silahlara sarılınca, vaziyet içinden çıkılmaz hale geldi. Lübnan Başbakanı Necip Mikati, fitne ateşine körükle gidilmemesi yönünde uyarılar yaparken, İçişleri Bakanı Bessam Mevlevi, “gerekirse yurt dışından destek istenebileceği”ni söyleyerek meselenin vahametini gözler önüne serdi.
Lübnan’da yeni bir proje hayata geçirilmeye çalışılıyor. İsrail’le sınır komşusu olan ülkenin vaziyetini ve olanların sebeplerini öğrenmek için İsrail faktörüne odaklanmak yeterli. İki ülke arasında yıllardır süregelen anlaşmazlık, 2020’deki görüşmelerin sonrasında göstermelik de olsa son bulmuştu. “Vaziyet edilmiş Topraklar” sapkınlığını hayata geçirmek için elindeki tüm imkânları seferber eden İsrail yönetiminin, Lübnan’da uçan kuştan bile haberinin olması şaşılacak şey değil. Anadolu’da “Her taşın altından bir Çapanoğlu çıkıyor.” diye bir söz var, malum. Mahan’ın “Ortadoğu”sunda da her taşın altından İsrail çıkıyor. Umarız Lübnan, Suriye ve Irak’ın yaşadığı akıbete maruz kalmaz.
Afrika’da Saflar Sıklaşıyor
Dünyanın en zengin kaynaklarına sahip, ancak bir o kadar da fakir kıtası Afrika’da ilginç şeyler oluyor.
Geçen ay bu satırlarda Gine Cumhurbaşkanı Alpha Conde hükümetine yönelik askerî müdahaleyi yazmış, “Peş peşe yaşanan darbeler ve suikastların Türkiye ile yakın temasa geçen ülkelerde zuhur etmesi de tesadüf değil.” demiştik. Gine’de, Sudan’da iktidarlar asker marifetiyle devrilirken, Çad’da Devlet Başkanı suikastla öldürülüyor, kıtanın kuzeyinde Cezayir ve Fas arasında Batı Sahra meselesi nedeniyle yaşanan gerilim tırmandırılmaya çalışılıyordu. Batı bloğu Fas’ın yanında yer alıyor, Doğu bloğu ise Cezayir’i haklı buluyor.
Türkiye, son dönemde Cezayir’le ilişkilerini ticarî ve kültürel yönden geliştirdi. Tarihin akışına baktığımızda bundan daha doğal bir şey olamaz. Lakin Fransa bu durumdan hiç memnun değil. Cumhurbaşkanı Macron şu akla ziyan açıklamayı yaptı: “Cezayir’in ulus olarak inşası izlenmesi gereken bir hadisedir. Fransız sömürgesinden önce ülkede Cezayir ulusu var mıydı? Soru bu. Türkiye’nin Cezayir’de oynadığı rolü ve kurduğu hakimiyeti tamamen unutturabilmesi beni büyüledi ve tek sömürgecinin biz olduğunu açıkladı! Bu harika! Cezayirliler de buna inanıyor!” Bu sözlere Cezayir yönetiminden sert tepki geldi. Cumhurbaşkanlığından “Macron’un yorumları, Fransız sömürgeciliğine karşı yiğit direnişle kendilerini feda eden 5 milyon 630 bin şehidin anısına kabul edilemez bir hakarettir.” şeklinde açıklama yapıldı. Cezayir Dışişleri Bakanı Ramtan Lamamra da; “Macron kardeş Türkiye ile ilişkilerimizi bozamaz. İki ülkenin manevi bağları var. Daha fazla ortaklık için dört gözle Türk yatırımını bekliyoruz.” ifadeleriyle Türkiye ile ilişkilerdeki kararlılığı ortaya koydu.
Kuzeyde bunlar olup biterken Cumhurbaşkanı Erdoğan; Angola, Nijerya ve Togo’yu kapsayan Afrika seyahatini gerçekleştirdi. Her üç ülkede de stratejik ve ticarî antlaşmalara imza atıldı. Terörle mücadele konusunda iş birliği zemini değerlendirildi. Erdoğan kıta ülkeleri için umut ışığı olarak görülüyor. Çünkü Türkiye hem Afrikalıların problemlerine çözüm önerisi sunuyor hem onları kardeş gibi görerek kalkınmalarına katkı sunmak istiyor hem de Batı zulmüne karşı en yüksek sesle itiraz ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Angola ziyaretindeki şu ifadeler başka hiçbir lider tarafından dile getirilmiyor: “Adil bir dünya için de el ele vermemiz lazım. Korkmamak gerekiyor. Korktukça bu zulüm Afrika’yı kuşatacaktır. Ayağa kalkmak gerekiyor, haklarımıza sahip çıkmamız gerekiyor.”
Türkiye’nin 2006’da başlattığı Afrika açılımı, bugün Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar ilerledi. 43 ülkedeki büyükelçiliklerimiz, yumuşak güç faaliyeti yürüten kurum ve kuruluşlarımız, sivil toplum örgütlerimizle ülkemiz kıtada kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı. Gayretleri karşılıksız da kalmıyor. Kazan-kazan yaklaşımı sayesinde Türkiye de ilişkilerini fırsata çeviriyor, Afrika ülkeleri de...
Filozof Pliny’ye atfedilen bir söz var: “Afrika’dan her zaman yeni bir şey çıkar.” Dünyanın kadim coğrafyasından yalnızca yer altı zenginliği çıkmıyor; kardeşlik, birlik, beraberlik ve dostluk gibi insanî duygular da yeşeriyor. Ve şimdi saflar netleşiyor. Her ne kadar zor olsa da Türkiye, Batı bloğunun aksine mazlum halklarla el ele huzur birlikteliğinin temellerini atacak. Kısa vadede çok mümkün görünmese de asla imkânsız değil. Yeter ki Afrika ile münasebetlerimizde geri adım atmayalım.
ABD’de Yolun Sonu Karanlık
Okyanus ötesi, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın iki merkezinden biri haline gelmişti. Üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk diye bilinen Britanya, 19. yüzyıla göre kayıplara uğramış ve Sovyetler Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin gerisinde kalmıştı. Bunun bilinçli bir tercih olduğu da iddia ediliyor. Öyle ya da böyle, ABD Soğuk Savaş döneminde iki kutuptan biri, Sovyetler’in çöküşü ve Berlin duvarının yıkılmasıyla da dünyanın süper gücü oluvermişti.
1991’de Körfez Savaşı’na taraf olan ABD, meydan boşalınca 11 Eylül 2001’deki terör saldırılarını bahane ederek önce Irak’ı sonra da Afganistan’ı işgal etti. 2001’den sonra sırayla ABD Başkanı seçilen Bush, Obama, Trump ve Biden’ın söylemleri ve üslupları farklı olsa da gayeleri aynı. Demokrat yahut Cumhuriyetçi olmalarının ehemmiyeti yok. ABD Başkanlarının uluslararası ilişkilerde dostları ve düşmanları değişmiyor. Çünkü sahnede ismini zikrettiğimiz siyasetçiler olsa da perde arkasında lobiler var. Trump’ın başkanlığı döneminde Türkiye ile ilişkileri Obama’nın son yıllarına kıyasla iyi olsa da Biden’ın koltuğa oturmasıyla yeniden inişli çıkışlı bir seyir izliyor. Daha ılımlı olması beklenen Demokrat Başkan Biden, henüz seçilmeden Türkiye ile ilgili açıkça muhalefete destek veren açıklamalarıyla gündeme gelmişti.
Bütün dünyayı etkisi altına alan Kovid salgınından sonra şimdi de enerji krizi masada. Avrupa ile Çin’de elektrik kesintileri yaşanırken, İngiltere’de tırlar sürücü bulamadığı için akaryakıt problemi yaşanıyor. Londra merkezli bir haber kaynağına göre ABD de benzer bir sıkıntı ile karşı karşıya. Ülkede faaliyet gösteren büyük bir enerji şirketinin CEO’su, Beyaz Saray’dan yetkili bazı isimlerin Amerika’da önümüzdeki kış enerji krizi yaşanacağını ve bu durumun elektrik kesintilerine sebebiyet vereceğini söylediklerini aktarıyor. Aynı isme göre mevzunun sorumlusu Biden. Çünkü Biden, petrol arama çalışmalarını durdurmakla kalmadı, kömür gibi eski enerji kaynaklarına da savaş açtı. Kanada’dan ABD’ye doğalgaz taşımak için yapılan boru hattının yapım çalışmaları için beklenen izinleri iptal etti. İklim sorununu gerekçe gösteren Biden, aslına bakılırsa sadece kendi siyasî geleceğini değil, ABD’lilerin hayatını ve güvenliğini de tehlikeye atıyor.
Ülkede iç politika ile ilgili sansasyonel iddialar dolanıyor. Geçtiğimiz günlerde Amerikan Genelkurmay Başkanı Milley’in, Çinli mevkidaşı ile yaptığı görüşmenin kayıtları ortaya çıktı. Buna göre Milley, Trump’ın başkanlığı zamanında Çin Genelkurmay Başkanı Zoucheng’e Çin’e karşı muhtemel bir savaşa Amerikan Genelkurmayı’nın dâhil olmayacağının garantisini verdi. Trump’ın eleştirisi ise hayli sert; yaşananı vatana ihanet olarak yorumladı. Biden’ın ise Milley’e güveni tam.
Tarih kitapları büyük devletlerin çöküş hikâyeleri ile dolu. Büyük bir gemi düşünün. Açılan küçük delik, vakitlice müdahale edilmezse başa çıkılamaz dertlere dönüşebiliyor. Amerika Birleşik Devletleri’ni de benzer bir akıbet bekliyor. Bileği bükülmez, sarsılmaz, yıkılmaz denilen nice devletler tozlu raflar arasındaki yerlerini aldı. Bugün dünyaya hükmettiği imajını yaymak için bütün gücüyle çalışan Amerika için yarın çok geç olacak. Onlar için tünelin sonu aydınlık değil. İnşallah, küresel siyasette yakın gelecekte değişecek dengeler mazlum müslümanların yararına şekillenir.