Aramak

DÜNYA HALİ

Boğaziçi’den Bir Gezi Daha Çıkar mı?

Türkiye’nin, içerisinde bulunduğu coğrafya ve bünyesinde barındırdığı çok katmanlı sosyoloji nedeniyle hayli yumuşak karnı var. I. Dünya Savaşı’ndan sonra omuz omuza verdiğimiz kurtuluş mücadelesinin ardından 784 bin küsur kilometre kare üzerinde kurulmuş ülkemiz, o günden bu yana yaklaşık bir asırlık süreçte bu yumuşak karınlarından vurularak durdurulmak ve engellenmek istendi. Türkiye’yi iç meselelerle meşgul ederek küresel tarihî konumundan koparmak, büyük güçlerin en önemli amaçlarından biri olsa gerek. Darbeler, muhtıralar, toplumsal gerilimler ve krizlerle uğraşmak durumunda kalan Türkiye, aynı çatı altında asırlarca yaşadığı milletlerle tekrar eski köprüleri inşa etme fırsatı bulamadı. Uzun süre sonra elde edilen siyasî istikrarı, kalkınmayı ve artık küresel güç olmaya doğru evrilen gayretleri durdurmak için de yaklaşık on yıldır olmadık hadiseler zuhur ediyor.

Hadiselerin fitili Davos’ta 2009’da uluslararası kamuoyunun önünde İsrail Cumhurbaşkanı Shimon Peres’e yönelik sarfedilen “One minute!” çıkışıyla ateşlenmişti. Peşi sıra adeta bombardımana tâbi tutarcasına ateşlenen hadiseler Türkiye’de faaliyet gösteren dış destekli gruplarca desteklenmiş ya da bizzat organize edilmişti. 7 Şubat MİT Krizi, 17-25 Aralık sivil darbe teşebbüsü ve 1 Ocak 2014’teki MİT TIR’ları vakası, sonu hain darbe girişimine çıkan yolun köşe taşlarını oluşturuyordu.

28 Mayıs-20 Ağustos 2013 tarihleri arasında yaşanan Gezi Parkı olayları ise adını andığım diğerleri arasında farklı yerde duruyor. Taksim’deki parkta bulunan ağaçların Topçu Kışlası inşa edileceği gerekçesiyle kesilmesine yönelik küçük bir grup tarafından tetiklenen eylemler, illegal örgütlerin devreye girmesiyle önü alınması hayli güç ve sonuçlarına katlanması zor bir tablonun ortaya çıkmasına neden olmuştu. Devletin direncinin de ölçüldüğü bu süreç, ileride icra edilmesi muhtemel darbe girişiminin de parolası niteliğindeydi. Nihayet 15 Temmuz 2016’da ihanet zirveye ulaşmış, ancak milletin feraseti, cesareti ve cesametiyle bertaraf edilmişti. 2016’dan bugüne ise artık gizliden de değil, göstere göstere Türkiye hedef tahtasına konulmaya çalışılıyor. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Joe Biden’in göreve gelmesinden kısa süre önce yaptığı şu açıklamalar, çerçevesini çizmeye çalıştığım tablonun arka planını göstermesi bakımından mühim: “Türkiye’de muhalefeti destekleyerek iktidarı değiştireceğiz. Darbe ile değil, seçimle!”

2016’dan bu yana mütemadiyen içeriden ve dışarıdan zora sokulmaya, diz çöktürülmeye çalışılan Türkiye’de, bir süredir Gezi kalkışmasının benzerinin tertiplenme çabası konuşuluyor. Geçtiğimiz yılın bahar aylarında yine bahanelerin arkasına sığınarak halkı sokağa dökme denemeleri yapılmış, ancak koronavirüs salgını sebebiyle akamete uğramıştı. Hayatın akışının normale dönmeye başlaması, insanların psikolojik olarak rahatlaması, daha da mühimi Joe Biden’ın başkanlık koltuğuna oturmasıyla, Boğaziçi Üniversitesi’ne dışarıdan rektör atanması öne sürülerek protesto gösterileri düzenlendi. Hatırlayın, Gezi Parkı’nda milleti galeyana getiren kişi dönemin HDP milletvekillerinden biriydi. Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenci odaklı tepkilere, terörist cenazelerinde boy gösteren üniversiteye muhalif bir siyasetçinin “öncülüğünde” DHKP-C, MLKP gibi yasa dışı örgütlerin üyesi, Üniversite ile ilişkisi bulunmayan kişiler ortak oldu. Rektörlük binasına saldırma, kampüs içerisinde taşkınlık çıkarma, izinsiz gösteri yürüyüşü yapma, kamu malına zarar verme gibi suçlamalarla gözaltına alınanların ekseriyetinin üniversiteyle alakalarının bulunmadığının ortaya çıkması, maksadın ne, gizli elin kim olduğuna dair ipuçları veriyor.

Rektör Prof. Dr. Melih Bulu’nun akademik kimliği, çalışmaları, birikimi ve üniversiteye vereceği katkılar düşünülmeksizin yükseltilen seslerin akademisyenler tarafından körüklenmesi de “Boğaziçi geleneği”nin “Boğaziçi gettosu”na dönüştüğünün göstergesi.

Rumeli Hisarı’nın arkasından bir bardak suda fırtına koparılma teşebbüsü, kanaatimizce beklenilen etkiyi göstermeyecek. Sözün özü, başlıktaki soruya dönecek olursak Boğaziçi’den bir Gezi daha çıkmaz. Çünkü artık ne koordinasyon zaafı yaşayan devlet, ne de üç boyutlu resmin altındaki görüntüyü fark edemeyecek millet bulunuyor. Kendisine yöneltilen her türlü tehdide karşı teyakkuzda, çelik gibi iradeye sahip devlet; yalnızca piyonların değil, oyunu oynayan aklın da hamlelerini sezecek yetenekte.

Batı’nın Katliamları ve Ruanda Örneği

1990’lı yıllar, dünyada soykırımların ve katliamların yaşandığı karanlık bir dönem olarak kayıtlara geçti. Bosna’da Sırplar, 1992-1995 arasında on binlerce Boşnak Müslümanı acımadan katlettiler. Dökülen gözyaşları, çocukların ve kadınların çığlıkları, masumların delik deşik edilmiş cenazeleri dün gibi aklımızda. Avrupa’nın ortasında işlenen vahşete, sözde insan hakkı savunucusu koca koca devletlerin kayıtsız kalması da unutulacak türden değil. Bu devletlerin Afrika ’da yüzlerce yıldır uyguladıkları sömürü ve zulümleri düşündüğümüzde, Bosna’daki tavırlarının planlı, organize bir tavır olduğunu görmek zor değil.

Yine aynı dönemde Afrika’nın ortasında bulunan Ruanda ’da olan bitenler de bu organizatörlüğün sonucu idi. 1994’de orada, aşağı yukarı yüz gün içerisinde tam 800 bin Tutsi ve ılımlı Hutu, terörize edilmiş Hutular tarafından hunharca katledildi. Yüz ölçümünün 26 bin kilometrekare ve o günkü nüfusunun sadece altı milyon civarında olduğu düşünüldüğünde, yapılanlara soykırım demek gerekir.

Kısaca hatırlatalım: Tutsi ve Hutu kabileleri arasındaki inişli çıkışlı rekabet, Avrupa’dan gelen silahlarla bambaşka bir veçheye bürünmüş, katliama dönüşmüştü. Ülke öyle hale geldi ki, bir yıllık zaman diliminde ekili alan kalmadı, bütün kamu kurumları çöktü.

Ruanda’daki katliamın arka planında Avrupa merkezli ırk teorilerinin, yani ırkçılığın ülkeye enjekte edilmesi var. Avrupa’da bazı çevrelerce Ruanda halkının “temiz ırk” ile “aşağı ırk” arasında “geçiş ırkı” olduğu iddia ediliyordu. Radikal Hutular da Tutsileri gerçek Ruandalı olarak görmüyor, aksine kendilerine hakaret eden ve kaynaklarını hesapsızca sömüren Avrupalıların akrabaları şeklinde değerlendiriyordu. İki kardeş halkın içine düştüğü bu fitne nihayet katliama dönüştü. O kadar ki Ruanda’da silah alacak para kalmadığından, iki grup birbirlerini daha kolay öldürebilmek için Çin’den satır istediler! ABD de Somali’de öldürülen on Birleşmiş Milletler askerini bahane ederek ülkedeki barış gücünün çekilmesini sağlayınca, ortalık kelimenin tam anlamıyla kan gölüne döndü.

Afrika gibi yüzlerce yıldır hunharca sömürülen coğrafyalardaki kavgaların kazananı sadece onu başlatanlar olur. Dökülen kanların suladığı topraklarda yetişen ne varsa hasadını emperyalist devletler yapıyor. Geçtiğimiz günlerde Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı Mitterand’ın arşivlerinde araştırma yapan bir yardım gönüllüsü, soykırım yapanların ülkeden ayrılmaları talimatı veren bir telgraf buldu. Belgede imzası bulunan kişi dönemin Fransa dışişleri bakanı, şimdilerde dış istihbarat müdürü olan kişi. Muhatabı ise Fransa’nın Ruanda’daki temsilcisi.

Aslına bakılırsa vaziyette şaşılacak bir şey yok. Çünkü Fransa yalnızca Ruanda’yı değil, Afrika’nın pek çok binlerce kilometre uzaklıktan bütün insanî değerleri ayaklar altına alarak kontrol etmeyi sürdürüyor. Sömürünün en vahşi şeklini sözüm ona meşru kılıflar giydirerek uygulamaktan geri durmayan Fransa, katliamları dün olduğu gibi bugün de yarın da kılını dahi kıpırdatmadan yerli işbirlikçileri üzerinden devam ettirecek. Çünkü kötüler ve kötülüklerini durduracak -şimdilik- zâhir bir etken yok. Adaletin güneşi yeryüzünü tekrar ışıl ışıl aydınlatıncaya kadar böyle.

Türkiye’nin Yeni Hedefi Ay’a Yolculuk

İnsanoğlunun üstünde yaşadığı yerkürenin ötesiyle ilgili merakı, onu asırlardır gökyüzünü araştırmaya ve keşfetmeye sevk etti. Uzayın derinlikleri ve yıldızlarla alakalı çalışmaların geçmişi özellikle Doğu’da çok eskilere dayanıyor. Müslüman bilim adamlarının bu alandaki öncülüğünün altını çizmek şart. Uluğ Bey, Ali Kuşçu, Kadızâde Rûmî, Ömer Hayyam gibi müslüman bilginler uzayla ilgili araştırmalar yaparken, Batı en karanlık çağında hayatta kalma mücadelesi veriyordu. 1000’li yıllarda İsfahan’da ve Semerkand’da, 1570’lerde İstanbul ’da uzay çalışmaları için gözlem evleri kurulmuştu. Rönesans’la birlikte rüzgârın Batı lehine esmeye başladığını da söylemeliyiz.

Teknolojinin gelişmesiyle beraber uzay araştırmalarının seyri de hızlandı. 1950’lerden itibaren dünyada astronomi biliminde devrim niteliğinde girişimler başladı. 1959’da Sovyetler Birliği’nin bugün Kazakistan sınırları içerisinde bulunan Baykonur Uzay Üssü’nden atmosfere gönderdiği Luna ve Sputnik uydularını fırlatması dönüm noktası kabul ediliyor. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin tek rakibi Amerika Birleşik Devletleri de 1969’da Apollo-11 projesiyle aya ilk insanı indirdi.

Türkiye ise önce üniversitelerde astronomi bölümleri açmak suretiyle bu kervana katıldı. 1933’te İstanbul Üniversitesi’nde enstitü kuruldu ve bahçesine gözlem evi dikildi. Uluslararası alanda ilk makale 1935’te yayınlandı. Sonrasında peş peşe uzay çalışmaları yapan kurumlar oluşturuldu. Son yıllarda ise bu gayretin Cumhuriyet tarihinin zirvesine geldiği su götürmez bir gerçek.

Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı uzay araştırmalarını baş döndürücü hızla yürütüyor. 2018’de kurulan Türkiye Uzay Ajansı, bütün mesaisini Türkiye’nin bu alanda üst lige çıkmasını sağlamaya harcıyor. Gelinen noktada gelişmeler oldukça heyecan verici. Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen ay Milli Uzay Programı’nı açıkladı. Buna göre ilk hedef, Cumhuriyetin 100. yılında aya ilk teması gerçekleştirmek. Aya gitmeye gönüllü kişiler arasından seçilecek bir kişiye gerekli eğitimler verilerek, hayal gerçeğe dönüştürülecek. Erdoğan sözünü ettiği ideali şu cümleyle özetliyor: “Ayağımız dünyada gözümüz uzayda; kökümüz dünyada dallarımız göklerde olacak.”

Peki hayaller gerçeğe dönüştüğünde Türkiye ne kazanacak? Bir kere teknolojik kapasitemiz gelişecek ve buradan ekonomi için yeni kanallar açılacak. Sonra çok geride kaldığımız bu alanda tecrübeler edinilecek. Türkiye uzay araştırmalarında çığır açan ülkeler arasına girecek. Aya gönderilen araçlar evrenle ilgili veriler toparlayacak ve değerlendirilecek.

Başka katkılarını süreç içerisinde yaşayarak göreceğimiz bu girişimin önemini anlatmak için Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA)’nın bu işe her yıl ortalama on dokuz milyar dolar harcadığını aktarmış olalım. Hali hazırda kullandığımız mikrodalga fırın, uzaktan kumanda, çizilmez cam gibi hayatımızı kolaylaştıran ürünlerin bu sayede üretilebildiğini hatırlatalım. Buna rağmen birileri, “Bunca badirenin arasında bir aya çıkmamız eksikti!” diye muhalefet edip, bütün gayretin boş bir çabadan ibaret olduğunu söyleyebiliyor.

Birbirimizle incir çekirdeğini dahi doldurmayacak mevzular yüzünden tartıştığımızda kullanılan veciz bir ifade var malum: “Millet aya çıktı, biz neyi konuşuyoruz?” Ya da “Herkes aya, biz yaya!” Devlet adım atsa da kabahatli, atmasa da kabahatli. Yani her ne yaparsanız yapın, bazılarını memnun edemiyorsunuz. Onlar için de hiç olmazsa “Artık aya da çıktık” diyebileceğiz! Gözleriyle görseler, aya da gitseler inanmazlar ya, neyse!

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy