TRUMP-DERIN AMERIKA SAVAŞINI KIM KAZANACAK?
Küresel siyasetin en ilginç aktörlerinden biri Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Donald Trump. Göreve geldiği günden bu yana yaptığı açıklamalar ve attığı adımlarla sürekli dünyanın gündeminde yer almayı başardı. Ülkede Cumhuriyetçi başkanların iktidarı, çoğunlukla dip çatışmalarla ve bölgesel savaşlarla geçer, uzak coğrafyalarda ABD’nin tesir derinden hissedilirdi. Baba ve oğul Bush dönemlerinde yaşananları bu sayfalarda aktarmaya çalışmıştık. Körfez Savaşı hiç de hafife alınmayacak neticeler doğurmuş, kırk iki günde seksen sekiz bin beş yüz ton bomba atılarak yüz elli sekiz bin Iraklı masum katledilmişti. Yine, 2001’de Pentagon ve Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırıların akabinde Irak’a ve Afganistan’a yönelik operasyonlarla öldürülenlerin sayılarının milyona ulaştığı ifade ediliyor.
Obama’nın “liderliğinde” ılımlı bir seyir izleniyormuş gibi görünse de aslında olan, imajın aksine yeni krizlere zemin hazırlayacak hamlelerden başka bir şey değildi. “Dünyaya kök söktüren” terör örgütü El Kaide ele başı Usame bin Ladin öldürülmüştü mesela! Cesedini görmesek de uluslararası sistem büyük bir tehlikeden ABD Başkanı’nın yoğun gayretleriyle kurtulmuştu! Okyanus ötesinden Ortadoğu’ya demokrasi transfer edeceğini vaadeden ABD’nin diplomatı Paul Bremer, Saddam Hüseyin’in yakalanmasını “Bayanlar ve baylar, onu aldık…” diye açıklama yaptığında atılan çığlıkların benzerleri, Ladin’in öldürüldüğü bizzat Barack Obama tarafından açıklandığında sokaklarda yankılanıyordu. Fakat “barışçıl hava”, pus dağıldığında görüldü ki büyük bir kurgudan ibaretmiş!
Açıkça söylemek gerekirse, Trump’la birlikte tüm dünyada bir tedirginlik başlamıştı. Zira ABD Başkanı siyasetle haşır neşir olan herkesin aklında soru işaretleri bırakan bir karaktere sahipti. Özellikle de yıllar boyu rotasını oradan gösterilecek tavra göre belirleyen Türkiye için... Nitekim, 15 Temmuz darbe teşebbüsü üzerine tutuklanan ve otuz beş yıl hapis istemiyle yargılanan Rahip Brunson’un serbest bırakılması için yapılan tehditler, dolara yönelik manipülasyonlar, S-400 olayı, PKK/YPG’ye verdikleri destek gibi meseleler Türkiye ile “stratejik müttefik” ABD arasında onarılması zor hasarlara sebep olacaktı.
Ancak her seferinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın icra ettiği birebir müzakerelerle gerilim aşıldı, Trump hiç beklenmeyecek şekilde ani manevralar yaptı. Öyle ki, geçtiğimiz aylarda gerçekleştirilen NATO Zirvesi’nde Fransa Cumhurbaşkanı Macron basın mensuplarının önünde Türkiye’nin Rusya’dan S-400 almasını “Türkiye’nin hem NATO üyesi olup hem de S-400 alması nasıl mümkün oluyor? Teknik açıdan mümkün değil!” sözleriyle eleştirince, Trump buradaki sorumluluğun tamamen ABD’nin eski başkanında olduğunu vurgulayarak suçu Obama’ya yükledi! Yine sözde Ermeni Soykırımı yasa tasarısının Temsilciler Meclisi’nde kabul edilmesi gayesiyle oluşturulan kamuoyu, Erdoğan’ın ziyaretiyle beraber Trump’ın girişimleriyle tam tersine dönerek, hadisenin mimarı bizzat Lindsay Graham’ın çabalarıyla iptal edildi.
Bunlar, ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence’in mümessiliğini üstlendiği Derin Amerika’yı rahatsız ediyor. Hayli zamandır inişli çıkışlı Derin Amerika-Trump diyaloğu, ABD Başkanı’nın azil iddialarının gün yüzüne çıkması ve bugünlerde Amerikan Temsilciler Meclisi’nde alınan kararla kırılma noktasına geldi. Yeni muhafazakârların şahin politikalarını pratize etmesi umulan Trump’ın, özellikle Türkiye hususunda her seferinde geri adım atması süreci hızlandırdı. Kuşkusuz, ABD Türkiye’yi çok sevdiğinden değil; yalnızca ülkesinin çıkarları için, onbinlerce kilometre ötelerde kaos çıkarmaktan ziyade, öncelikle ekonomik güçlenmenin ve sınırları içerisinde birliği tesis etmenin elzem olduğunu düşündüğünden böyle davranıyor. Ve bu durum; kandan, savaşlardan ve silah ticaretinden beslenen “Amerika’nın asıl sahipleri”nin hiç hoşuna gitmiyor. Trump, azli ile ilgili nihaî karar Senato ’dan çıkacağından dolayı şimdilik rahat. Çünkü çoğunluğu oluşturan Cumhuriyetçiler, yaklaşan seçim öncesi kırılma yaşanmaması niyetiyle defteri Trump’ın lehine kapatmak istiyor. Ülkede, daha önce Johnson, Nixon ve Clinton dönemlerinde de ekonomik, politik ve ideolojik gerekçelerle Başkan’ın azli tartışılmıştı. Trump ya kendi yöntemleriyle savaşarak kazanacak yahut kaybedecek. Ya da yaklaşan başkanlık yarışı öncesinde risk almayarak Derin Amerika ’ya boyun eğecek. Görünen o ki, hikâyenin sonu yalnızca ABD’yi değil Türkiye’nin de dahil olduğu çok ülkeyi etkileyecek.
LIBYA HAMLESIVE İSRAIL’IN DOĞU AKDENIZ PLANLARI
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Ege Denizi’nde Yunanistan’la karşı karşıya gelmemiz üzerine kendisine sorulan bir soruya şöyle cevap vermişti: “Ege bir Yunan gölü değildir, Ege bir Türk gölü de değildir. Binaenaleyh Ege bir göl değildir!” Şimdilerde, başını İsrail’in çektiği bir takım devletler, Türkiye’yi küçücük bir koya mahkûm ederek Doğu Akdeniz’i kendi göller haline çevirmeye çalışıyor. Konu tabii ki doğalgaz! Suriye’deki iç savaştan nemalanmaya çalışan Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin Ortadoğu’daki jandarması İsrail, Yunanistan, Mısır ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile anlaşarak Lübnan’a rağmen, hem de kıta sahanlığı sınırlarını işgal etmede bir beis görmeden bölgeden doğalgaz çıkarmak üzere girişimlerini uzun süredir devam ettiriyor. Müşterisi de hazır. İsrail Enerji Bakanı, seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi darbeyle alaşağı eden Sisi yönetimindeki Mısır’a doğalgaz satılması için gerekli resmi izinleri imzaladı. Daha önce Mısır’dan doğalgaz ithal eden İsrail’i aynı ülkeye doğalgaz ihracatı yapacak duruma getirmiş oldu! İsrailliler darbeye verdikleri desteğe karşılık elde ettikleri kazanımı “İsrail ve Mısır arasındaki barış anlaşmasından beri en önemli ekonomik işbirliği” olarak tarif etse de, olan biten sömürgecilikten başka bir şey değil!
Türkiye, hiç şüphe yok ki Doğu Akdeniz’de İsrail kuşatmasına sessiz kalamazdı. Öncelikle yalnız olmadığımızın altını çizelim. Her ne kadar cılız da kalsa Lübnan’ın İsrail’le münhasır ekonomik bölgelerinin dokuz kilometrekarelik alanda çakışmasına verdiği tepki, Türkiye’nin de bir anlamda elini güçlendirdi. Yine iki ülke arasındaki sekiz yüz altmış kilometrekarelik ihtilaflı alan, münakaşanın şiddetini artırıyor. Türkiye de fırsattan vazife çıkararak, Libya’nın uluslararası arenada tanınan Ulusal Mutabakat Hükümeti ile “Güvenlik ve Askerî İşbirliği Mutabakat Muhtırası ve Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” imzalayarak, İsrail’in planlarını yerle bir etmiş oldu. Böylece Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile yaptığı anlaşmadan sonra ikinci kez Akdeniz’de bir ülkeyle masaya oturmuş oldu. İsrail’le birlikte hareket eden Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi vaziyetten hiç de hoşnut olmadı. Mısır’ı da yanlarına alarak, protokollerin uluslararası hukuka aykırı olduğu yönünde küresel çerçevede görüş birliği oluşturmaya çabalıyorlar.
Peki Türkiye’nin Libya ile anlaşması ne anlama geliyor? Her şeyden önce Türkiye, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin İsrail, Lübnan, Mısır ve Ürdün gibi ülkelerle kurmak istediği Doğu Akdeniz Gaz Forumu’nu bertaraf etmiş oldu. Artık Doğu Akdeniz’de hesaplar Türkiye görmezden gelinerek yapılamayacak. Yine, özellikle Ortadoğu’da ülkemizle ilgili oluşturulmaya çalışılan “Türkiye bölge ülkeleriyle artık masaya oturamıyor” söylemi de boşa çıkmış olacak.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Gerekirse Libya’ya asker de göndeririz” çıkışı ve Libya’nın güneyinden kuzeyine doğru ABD’nin desteğini alarak vura vura gelen CIA ajanı Hafter’in tehditleri, içeride “Suriye’den sonra Libya’da ne işimiz var?” sorusunu akıllara getiriliyor. Türkiye Suriye’de güvenliğini tehdit eden unsurları temizlemek üzere bulunmuştu. Libya ile yapılan ittifak ise olası tehlikeleri daha hayata geçmeden engelleyecek. Daha da, İsrail’in, Filistin’in Gazze şeridi haricinde kalan sahil şeridinin tamamını işgal etmesinin, Mısır’da yönetimin devrilmesine ön ayak olmasının, Lübnan’ı avucunun içine almaya çalışmasının ve Ürdün’ü “etkisiz eleman” haline getirmesinin yegâne sebebini, yani Doğu Akdeniz’in İsrail gölü haline gelmesini planını çöpe atmış olacak.
ÇIN İŞKENCESI
Eski bir Çin atasözü “Onlara sevginizi verin, fikirlerinizi değil” der. Hali hazırda Asya’nın en uzak ülkesinde yaşananlar, bırakın sevgiyi bir kenara, insanlığın bile rafa kaldırıldığını gözler önüne seriyor. Uygur Türkü bir müslümanın uluslararası kamuoyuna haykırdığı gibi, Doğu Türkistanlılara reva görülen muamele vahşi hayvanlara bile uygulanmıyor. Çin Halk Cumhuriyeti on binlerce kilometre ötede, iletişim kanallarını da kendi lehine kullanarak çocukları anne babalarından ayırıyor, yetişkin erkekleri toplama kamplarına gönderiyor, genç kızları da zorla Çinli erkeklerle evlendirerek resmen bir milleti tamamen yeryüzünden silmeye çalışıyor.
Çin Halk Cumhuriyeti’nin, 1949 yılından beri egemenliği altında tuttuğu Doğu Türkistan’ın köylerinde ve kırsal alanlarında, çevresine yüksek duvarlar ördüğü inşaatların sayısı her geçen gün artıyor. Paylaşılan rakamlar korkunç düzeyde. Binaları toplama kampı şeklinde kullanan Çin, son bir yılda sayılarını tam üç kat artırmış. Birleşmiş Milletler (BM) raporları da paylaştığı rakamlarla vahametin boyutlarını gün yüzüne çıkarıyor. Buna göre sayıları bir milyonu aşan Müslüman Uygur Türkleri işkence merkezlerinde tutuluyor. 2014’ten 2019’a yaşanan artışın nedeni ise, Çinli yetkililerin yapılan saldırıların müsebbibi olarak Uygur Türklerini görmesi. Lakin, zorbalığın mazisi biraz daha geçmişe dayanıyor. 2009’dan itibaren Çin, Doğu Türkistanlı Müslümanlara kültürel ve dinî baskı uyguluyordu. Erkeklere sakal bırakmanın, kadınlara uzun elbise giymenin yasaklandığı ülkede, müslümanlara zorla içki içirmek ve domuz eti yedirmek sıradan bir vaka haline gelmişti.
Bölgede Çin hükümeti tarafından binlerce Çinli işe alındı. Bu öyle sabah mesaiye başlanıp akşam eve gidilen rutin işler değil. Komünist Parti’nin adamları olan şahıslar halkın arasına karışarak istihbarat topluyor, şüphelendikleri kişileri ihbar ediyor. Geçmişte okul, hastane gibi kamu hizmeti veren binalar, Çin Halk Cumhuriyeti hükümetinin toplama kamplarına dönüştü. Kaçıp kendisini ve çocuklarını kurtaran Doğu Türkistanlıların ifadeleri kan dondurucu. Küçücük odalarda onlarca kişi işkence görüp, kimilerinin de dayanamayarak intihar ettiği anlatılıyor. Kimi köylülere Allah’a inanmadığına dair kâğıt imzalatılıyor. Daha okul çağına gelmemiş çocuklara İslâm’ı reddetmeleri öğütleniyor.
Çin’in izahatı da dünya ile alay edercesine. Komünist Parti’nin Doğu Türkistan temsilcisi, kampların amacını “aşırılığın önlenmesi ve güvenliğin sağlanması” kelimeleriyle özetledikten sonra; mazlum Doğu Türkistanlı Müslümanlara “kursiyer” diyerek onlara meslekî eğitim verdiklerini öne sürüyor! Ona göre böylece “hatalarını anlayarak terörizmin ne kadar kötü bir şey olduğunu” anlıyorlarmış! Zaten terörizm kavramı, zalim ve güçlü devletler için İngiliz anahtarı işlevini görüyor. Bir yere saldırmanın tek ve ortak bahanesi terör eylemleri. Bu arada terör örgütlerini de kendilerinin ürettiğini hatırlayalım.
Üzülerek ifade edelim ki Doğu Türkistan, İslâm dünyasının görüş alanına girmiyor. Yapılan küçük protestolar da “hiç olmazsa buğzedin” kabilinden. Tabiatıyla, Çin Halk Cumhuriyeti istediği gibi, pervasızca yakıp yıkıyor. Türkiye de küresel denklemin matrisini önce kendisi, sonra da diğer müslümanlar adına bozmamak için yeterince müdahil olamıyor. Bize düşen, -şimdilikdua etmenin yanında mümkün olan en gür şekilde sesimizi çıkararak Doğu Türkistan’daki dramı daha fazla insanın duymasını sağlamak olmalı. “Müminler bir vücut gibidir” kutlu sözünün sorumluluğunu yerine getirerek acıyı en derinden hissetmek zorundayız. Aksi takdirde adl-i ilahîde söyleyecek tek sözümüz olamaz.