Nimetlerin külfete dönüştüğü hazin çağa “tüketim çağı” deniliyor ve bu çağın insanı için, özellikle alınıp satılan her şey bir tüketim nesnesi olmanın ötesine geçemiyor. Yani artık sahip olduğumuz, edindiğimiz her ne varsa Allah vergisi, yani nimet olarak görülemiyor; böyle görebilmek ciddi bir şuur halini zorunlu kılıyor. Bu şuur eksik kaldığında ise herhangi bir şey elde edildiği anda zaten tüketilmiş oluyor.
Bizim zihin dünyamızda nimet denilince ilk akla gelenlerden biri ekmektir. Bugün yerde gördüğü bir ekmek parçasını ayak altından kaldırmayacak kimse yoktur herhalde. Fakat ne büyük çelişkidir ki, bu güzel ülkede, günde beş milyon civarı ekmek de israf ediliyor. Bu israfın büyük çoğunluğu fırında, yani ekmeğin üretildiği yerlerde başlıyor. Ardından evler, restoranlar ve öğrenci yemekhaneleri geliyor.
Peki, ayak altında kalmasına gönlümüzün elvermediği “nimet”in tonlarcası nasıl oluyor da çöpe gidiyor? Bu durum, bir tür zihin parçalanması yaşadığımızı gösteriyor. Bugünkü hayat, üretim ve tüketim kültürü nimete bakışımızı, nimetlerle kurduğumuz irtibatı önemli ölçüde dönüştürüyor.
Nimet mi, tüketim nesnesi mi?
Meseleye öncelikle nimetin tanımını yaparak başlamak gerekir. Kısaca, “dünya ve ahirete faydası olan her şey nimettir.” Ayrıca dünyevî faydası olan her şeyin ahirete faydalı olma potansiyeli de vardır. Ancak nimetlerin, bilhassa ahiret için faydalı ya da zararlı olmasını belirleyen şey, insanın nimetle kurduğu irtibat, yani nimete bakış açısıdır. Dolayısıyla insanın nereden baktığına bağlı olarak nimetler ya gerçekten nimet olarak kalır ya da yavaş yavaş külfete dönüşür.
Nimetin en önemli vasfı “verilmiş”, “ihsan edilmiş” olmasıdır. Ne var ki bugün nimetler daha ziyade “kazanılan, elde edilen” şeyler olarak anlaşılmaya başlandı.
Bu durumun pek çok sebebi var. Mesela konut ve araç ihtiyacının uzun vadeli banka finansmanıyla karşılanması bu algıyı derinleştiriyor. Ortaya ise hayli tuhaf bir tablo çıkıyor. Evinde oturan insan, yerini bir bakıma evini sırtlanan insana; arabasına binen insan, yerini arabasını taşıyan insana bırakıyor. Böylelikle nimetler külfete dönüşmüş oluyor.
Evet; bu külfet dolu hazin çağa “tüketim çağı” deniyor ve bu çağın insanı için, özellikle alınıp satılan her şey bir tüketim nesnesi olmanın ötesine geçemiyor. Yani artık sahip olduğumuz, edindiğimiz her ne varsa Allah vergisi, yani nimet olarak görülemiyor, böyle görebilmek ciddi bir şuur halini zorunlu kılıyor. Bu şuur eksik kaldığında ise herhangi bir şey satın alındığı anda zaten tüketilmiş oluyor.
Hafızamızı biraz zorladığımızda, eskiden yeni bir kıyafetin bizdeki karşılığının şimdikinden çok daha farklı ve derin olduğunu hatırlarız. Bir ihtiyaca binaen alırdık kıyafetlerimizi, ihtiyacımızı karşılayabildiği kadar kullanmaya devam ederdik. Artık kullanılamayacak hale geldiğinde de farklı şekillerde değerlendirmenin yollarını arardık.
Bugün ise kıyafet alışverişini daha çok “moda- demode” kavramları belirliyor. Fakat moda, ihtiyaç ve fayda kavramları üzerine inşa edilmiş bir kavram değil. Aksine, gerçekten ihtiyaç olup olmadığına bakılmaksızın yeniye sahip olmanın iştahını teşvik ediyor. Aniden telefonumuza gelen bir bildirim, okuduğumuz haberin yanında parlayan ışıltılı reklamlar “kaçırılmayacak fırsatlar”ı itinayla önümüze seriyor. Eh, nimetler ihtiyaçla değil kampanyayla gelince de tüketim nesnesi olmanın ötesine geçemiyor.
Nimet aslında nedir?
Allah Tealâ, Kur’an-ı Kerim’de biz kullarına “bahşettiği”, “üzerimize tamamladığı”, “ahirete sakladığı” nice nimetlerden bahseder. Yağmurun yağması, toprağın bereketi, düşman karşısında zafer, müminlerin gönül birliği, eşler, çocuklar, gemilerin denizde gitmesi, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş Peygamber, dosdoğru yol, cennet nimetleri, cehennemden kurtuluş… Cenab-ı Hak, nimetlerinin bunca çeşitliliği ve bolluğunu “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız başa çıkamazsınız. Allah gerçekten bağışlayıcıdır, merhametlidir.” (Nahl 18) buyurarak açıklıyor.
Bir anlam olarak nimet kalbimize yerleşince, şöyle bir düşünsek, hakikaten üzerimizdeki nimetleri saymaya gücümüzün yetmeyeceğini anlayabiliriz. Ancak bu bolluğun bir körlüğe de yol açmaması gerekiyor. Çünkü Cenab-ı Hak, bu ayet-i kerime başta olmak üzere daha pek çok ayette nimetler üzerinde tek tek tefekkür etmeye ve büyük ihsanını daha iyi görmeye, anlamaya davet ediyor.
Büyük küçük demeden nimetleri şükür vesilesi olarak saymak da eskilerin âdetlerindenmiş. Yıllar önce kayınpederimin sıkça misafir ettiği, aslen Suriyeli olan merhum Ebubekir dede bunu her fırsatta yaparmış. Mesela önüne bir sofra geldiğinde, sofrada olan her şeyi tek tek sayarmış: Bir, iki, üç… Yalnız yemekleri değil, tuzu, biberi de… Yani Ebubekir dede sofradaysa, ortaya iki çeşit yemek değil yirmi çeşit nimet gelmiş olurmuş. Sonrasında hamdler, şükürler… Üstelik Ebubekir dedenin gözleri de görmüyormuş. Gören gözlerin nimete karşı körleştiği bir dönemde bu hikâye oldukça ibret verici olsa gerek. Şu durumda, Ebubekir dedeyle aynı sofrada büyüyen çocuk tuzu, biberi değersiz görebilir mi hiç?
Teknik bir mesele olarak nimet
Bugünkü çocuklar, sofradan daha çok teknolojik cihazları görüyorlar. Hayatımızı iyiden iyiye dönüştüren ve sanki asırlardır başucumuzda duruyormuşçasına benimsediğimiz bu cihazlar, işin aslı, bizleri de körleştiriyor. En basitinden teknolojinin de bir nimet olduğunu kavramakta zorlanıyoruz. Oysa hayatı kolaylaştıran araç gereçler farklı biçimlerde olsa da her devirde mevcuttu. Müslüman bilim adamlarının teknik çalışmaları, icatları hep “nimet” başlığı altında değerlendiriliyor, bilim ve teknikle irtibat bu bakış açısının üzerine bina ediliyordu. Yani kullanılan, faydalanılan şeyler ile nimet müslüman zihninde iç içe bulunuyordu.
Bu bakış açısının temel nedeni Kur’an-ı Kerim’in, insanın kendisinde ve çevresinde olan her şeyin bir nimet ve şükür vesilesi olduğunu öğretmesi idi. Sadece Rahman suresine bakıldığında, insanın yaratılışından kozmik olaylara, toprağın bağrındaki bitkilerden cennette müminleri bekleyenlere kadar her şeyin Cenab-ı Hakk’ın lütfu, dolayısıyla nimeti olduğu bildirilir. Bir örnek olarak, “Denizde koca dağlar gibi akıp giden görkemli gemiler de O’nundur. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?” (Rahmân 24, 25) buyurularak, gemi nimetinin bizzat Allah Tealâ’nın olduğu beyan edilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de zikredilen ve dünyalık bir imkân olarak verilmiş nimetlere baktığımızda, evet, hiçbirisi kul yapımı değildir. Fakat gemi söz konusu olduğunda mesele farklı bir boyut kazanıyor. Peki, nasıl oluyor da insanoğlunun bu en eski icatlarından biri Allah Tealâ’ya ait, yani O’nun nimeti oluyor? Bu sorunun cevabı, teknolojinin içine doğmuş yeni nesiller için hayli önem arz ediyor ve bizlerin bu meseleye kayıtsız kalmaması gerekiyor.
Henüz dört yaşındaki evladım da -hepimizin evladı gibi- bu yeni dünyanın içine doğmuş durumda. Bizlerin yeni yeni tanıştığı ve anlamaya çalıştığı teknoloji, onun hayatının normal bir parçası. Ve o, dünyayı anlamlandırmaya bu dünya içinden başlıyor, başlayacak.
Çeşitli soruları var. Elbette en çok Allah Tealâ hakkında konuşmak istiyor, çünkü fıtratı gereği O’na çok yakın. İlkin Allah Tealâ’nın bir ailesi olup olmadığını merak etmişti. Normal olarak kendisini aile içerisinde tanımlıyor ve öğrendiği rollerle ilahî irtibatları kurmaya çalışıyordu. Kendisine Allah Tealâ’nın bize ve hiçbir şeye benzemediğini, bütün her şeyi yarattığını sorunsuz bir şekilde anlatabildik. Fakat şu sorusu hayli enteresandı: “Siri’yi de mi Allah yarattı?” (Siri, sesli bir mobil cihaz yazılımı.)
Çocuğun temiz fıtratı, Allah Tealâ’nın yarattığı “her şey”in içerisine teknolojiyi de dahil etmişti. Merak edenler için söyleyeyim: Biz, Allah Tealâ’nın insandaki aklı ve zekâyı yarattığını, insanın da bununla birçok şeyi -ve evet Siri’yi de- yaptığını, ürettiğini söyledik, o da bunu anladı. Fakat bu meseleyi, bu haliyle hepimizin anlamaya ve mesele üzerinde tefekkür etmeye ihtiyacı olduğu ortada. Teknolojide kullanılan bütün materyaller; fizik, kimya ve matematik kanunları ve nihayet bunları kullanarak bir cihaz üreten kabiliyet ve zekâ Âlemlerin Rabbi’nin lütuf ve ihsanı.
Gemi bahsine tekrar dönecek olursak, Kur’an-ı Kerim’de başta Nuh a.s. kıssası olmak üzere gemiyle ilgili çeşitli ayetler bulunuyor. Rahman suresinde gemilerin bizzat Allah Tealâ’nın olduğunun beyan edildiğini söylemiştik. Gemiyle ilgili diğer ayetlerde Allah Tealâ, “gemilerin Allah’ın emriyle hareket ettiğini” (Hac 65; Lokman 31), “Allah’ın ayetlerinden olduğunu” (Bakara 164; Rum 46) ve “Allah’ın fazlından aramamız ve şükretmemiz için gemileri yürüttüğünü” (İsra 66; Nahl 14; Fâtır 12; Câsiye 12) bildiriyor. Bütün bu ayet-i kerimeler açıkça gösteriyor ki, insan yapımı süper teknolojik cihaz da olsa mülk yalnızca Allah’ındır. O’nun emriyle çalışır, O’nun ayetlerindendir, fazlından aramamız ve şükretmemiz için ihsan edilmiştir.
Bugün meseleye bu hakikat doğrultusunda bakamadığımız için hem teknolojiyle irtibatımızı müslümanca kurma yetisini hem de bu nimeti Allah için kullanma kabiliyetini bir türlü kazanamıyoruz. Böyle olunca da teknolojik dünya yalnızca imtihan olduğumuz bir dünya olarak kalıyor. Zarar görüyor, zarar veriyoruz.
Artık teknolojinin içerisine doğan, bizce yeni sayılan pek çok meseleyle neredeyse organik bağı olan nesillerin itikadla ve hatta ilerleyen süreçte ilmihal ile ilgili soruları da bu bağlamda ilerleyecektir. Açıkça görülüyor ki bize çok iş düşüyor ve hamdolsun hâlâ yapabileceğimiz çok şey de var.
Bunların başında –gemiyle ilgili ayet-i kerimelerde işaret edildiği üzere- şükrümüzü açıktan, çocuklarımızın duyabileceği şekilde yapmak geliyor. Arabaya binerken şükretmek, internet vasıtasıyla bir işimizi çözdüğümüzde şükretmek ve bunların Allah Tealâ’dan olduğunu ifade etmek, diğer her şeyin böyle olduğunu anlatmaya fazlasıyla yetebilir. Bununla birlikte âlimlerin teknolojik dünyaya dair ve insanın bu yeni dünyadaki varlığıyla ilgili meseleleri gündemine alması, sahiplenmesi ve dinî çerçevesini belirlemesi de gerekiyor.
Nimete kör bakanlar
Bazen nimet verenin Allah Tealâ olduğunu bilmek hatta bunu görmek bile yetmeyebiliyor. Çünkü insan nefsi hep daha fazlasını istemeye hep daha yenisini görmeye teşne. Nimetlerin doğal olarak şükre kapı aralaması beklenirken mutsuzluğa, sıkıntıya, isyana kapı aralamasının temel nedeni, nefsin bu halinden başkası olmasa gerek. Yoksa, bunca bolluk içindeki halimizi neyle izah edebiliriz ki?
Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde, kendilerine sayısız nimet verilmiş olan İsrailoğulları sıkça geçer. Allah Tealâ’nın yardımıyla Firavun’un zulmünden kurtulmaları başlı başına bir nimettir. Gökten kendileri için indirilen yiyecek ve içecekler, zahmetsiz bir rızık, bir lütuf olarak insanlık tarihinde müstesna bir yerde durmaktadır. Peşinden gelen zenginlik ve saadet mevsimi de İsrailoğullarının büyük talihidir aslında. Fakat onlar, taleplerini doğrudan Cenab-ı Hakk’a ileten bir peygamber aralarında olduğu halde nimet körlüğü ve konfor düşkünlüğüyle isyankâr bir tavır takındılar. Öyle ki Hz. Musa a.s. onların bu halinden sıkıntıya düşüp Rabbi’ne yönelmekte buldu çareyi. Kırk yıllık çöl hayatı işte bu durumun ardından başladı. Kur’an-ı Kerim bu hadiseyi bize şöyle bildiriyor:
“Bir zamanlar Musa kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah’ın size lutfettiği nimeti hatırlayın. Zira O içinizden peygamberler çıkardı, sizi hükümdarlar kıldı ve âlemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi.”
“Ey kavmim! Allah’ın sizin için (vatan olarak) yazdığı kutsal topraklara girin, sakın geri dönmeyin, sonra kaybedenler siz olursunuz.”
“Dediler ki: Ey Musa! Orada zorba bir topluluk var, onlar çıkmadıkça biz asla oraya giremeyiz. Ama oradan çıkarlarsa hemen gireriz.”
“Korkanlar arasından Allah’ın kendilerine lütufta bulunduğu iki cesur adam şöyle dedi: Kapıdan üzerlerine hücum edin; oraya girdiğiniz an kesinlikle siz galipsiniz. Eğer müminler iseniz ancak Allah’a güvenin.”
“İsrâiloğulları dedi ki: ‘Ey Musa! Onlar orada bulundukları sürece biz asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin, savaşın! Biz burada oturacağız.”
“Musa, ‘Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bizimle bu yoldan çıkmış kavim arasında sen hükmet.’ dedi.”
“Allah buyurdu ki: Öyleyse onlar yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşmak üzere oradan (kutsal topraklar) kırk yıl mahrum bırakılmışlardır. Artık sen yoldan çıkmış toplum için üzülme!” (Mâide 20-26)
Merhum İbni Haldun, ayette geçen kırk yıllık sürenin “yeni bir neslin oluşması için gereken süre” olduğuna işaret ediyor. Ve kırk yıl, her türlü konfordan uzak, çetin çöl şartlarında yetişen, sıkıntıya, zorluğa alışan o yeni nesil gidip o korkutucu kavmi yenmeyi başarıyor.
İmtihandaki nimet
Cenab-ı Hakk’ın “Artık siz beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, bana nankörlük etmeyin!” (Bakara 152) emrindeki “nankörlük” olarak meali verilen kelimenin kökü “küfür”den gelir. Kültürümüzdeki “küfrân-ı nimet: nimet körlüğü” ifadesi işte buraya işaret eder ve İsrailoğulları küfrân-ı nimet halinin en açık örneğidir. Çünkü Mısır’dan çıkışlarıyla birlikte yaşadıkları süreç, genel olarak memnuniyetsizliğin, şikâyetin, yersiz taleplerin ve haddi aşmanın eşlik ettiği bir süreçtir.
Hadise açıkça gösteriyor ki nimet körlüğü en başta şükrü perdeliyor. Sahip olduklarına körleşen insan, önce kıymet bilmez hale geliyor, ardından şükretmeyi terk ediyor. Şükretmeyi terk etmesiyle Allah Tealâ’yı zikretmesi de kesintiye uğruyor. Allah Tealâ’yı anmayan kimseyi, O da anmayı bırakıyor. Artık o kişi için daha büyük bir musibet düşünülebilir mi?
Fakat her şeye rağmen görüyoruz ki, Allah Tealâ kulundan öyle hemen elini de çekmiyor. Helak olmuş, zelil düşürülmüş kavimlerin hepsine, öncesinde bir musibet göndererek kendisini anmaya zorluyor. Fakat küfürde ısrardan vazgeçmeyenleri artık hem dünya hem de ahiret nimetlerinden mahrum bırakacak şekilde cezalandırıyor.
Şu durumda üzerimizdeki imtihanları da nimetler listesine yazmamız gerekiyor. Zaten müminlerin ahlâkı hep böyle olmuştur. Yokluklar, can ve maldan eksilmeler de nimet olarak telakki edilmiştir. Ârifler bu meseleyi şu veciz sözle açıklar: “Güneş gelir renk verir, gider tat verir.” Bu sözün işaret ettiği üzere, nimetler ve imtihanlar hayatla sıkı sıkıya bağlı ihsanlardır. Bugün insanoğlunun kendini bunalım batağından kurtaramamasının sebebi, bu ihsanlara sırtını dönmesiyle ilgilidir.
Nimetlerde kusur arama telaşı
Hayatta karşılaştığımız şeylere çeşitli yargılarla yaklaşırız. İyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin... Bu yargıları verebilmemizi sağlayan şey, zihnimizdeki çeşitli hazır kalıplardır. İlahî emirler, toplumsal kabuller, eğitim şekli, hayat tarzı; yani yaşayan kültür… İnsanoğlunun son iki buçuk asırlık tarihine baktığımızda, en temel yargı kaynağı olan dinin alanının giderek daraldığını görebiliriz. Dinin hayatta kapladığı, kapsadığı alan giderek daraldığı için de bu önemli yargıları yapay kaynaklar üzerinden vermeye başlıyoruz.
Bu anlamda, günümüz hayatını önemli ölçüde şekillendiren teknoloji iyi-kötü, doğru-yanlış ve en önemlisi güzel-çirkin yargılarını tek bir yargı altında birleştiriyor: Pürüzsüzlük! Yani bir şey pürüzsüzse güzeldir, iyidir, doğrudur.
Muhtemelen bu cümleleri okurken, bizim zihnimiz de bu önermede herhangi bir “pürüz” görmeyecektir. Fakat işin derinine indiğimizde gelinen noktanın gayri tabiiliğini ve nimet körlüğü ile irtibatını daha iyi anlayabiliriz.
Teknolojik cihazları ele alalım mesela: Başta mobil telefonlar olmak üzere, cihazların neredeyse tamamı pürüzsüz bir şekilde üretiliyor. Hatta geçtiğimiz yıllarda bir telefon markası kendi çiziklerini onaran bir telefon modeli piyasaya sürmüştü. Yine ekranlara baktığımızda her görüntünün yüksek çözünürlüklü, rötuşlanmış olduğunu görüyoruz. Artık kimsenin düşük çözünürlüklü görüntüleri izlemeye tahammülü yok! Dahası, izlediklerimizin konusunu oluşturan kişilerde, dizi ve filmlerin senaryolarında da hep aynı şey var: Pürüzsüzlük!
Pürüzsüz olanla bu şekilde bağ kuran insan, bir süre sonra karşılaştığı her şeyde aynı pürüzsüzlüğü aramaya başlıyor. Kendi bedeninde kusur bulduğu için estetik operasyonlara başvuruyor. Çocuklarından kusur bulduğu için pedagogların kapısını aşındırıyor. Satın aldığı ve kullandığı bir şey azıcık eskime, yıpranma belirtisi gösterdiğinde bunlardan kurtulmaya çalışıyor. Neticede bu yeni zihin kendinden, ailesinden, yaşadığı şehirden ve hatta toplumdan sürekli şikâyet eder hale geliyor. Kendisine lütfedilen nimetler yeterli gelmiyor ve bir türlü memnun olup şükre yönelmiyor.
Yoğun şehir hayatına ve kapsamlı teknolojik dünyaya yakasını bu denli kaptıran insan, bir tür tecrübe noksanlığı da yaşıyor. Mesela doğayla irtibatı da yine ekranlar üzerinden oluyor yahut uzaktan uzağa gerçekleşiyor. Hayatla aradaki bu görüntü mesafesi, doğal olanın da pürüzsüz olduğunu zannettiriyor. Oysa insan uzaktan ve ekranlardan pürüzsüzmüş gibi görünen bir ağacın yanına biraz yaklaşsa, bütün yüzeylerdeki girinti ve çıkıntılara, oyuntulara temas etse, mükemmelliğin bütün bunlarla bir bütün olduğunu daha iyi anlayacak. Yani mükemmelliğin ve kemâlin pürüzsüz olmadığını görecek.
İşte insandaki bu tecrübe yoksunluğu, pazarlama ve reklamcılık marifetiyle daha da derinleştiriliyor. Böylece insan, hayatın tamamında bir pürüzsüzlük beklentisi içerisine giriyor. Dolayısıyla her şeyde bir kusur bulmaya, her konuda şikâyetlenmeye başlıyor. Hayat ağacının dikenleri, budakları mesabesindeki imtihanlara tahammül edemiyor. Yani gerçek anlamda nimet körlüğü yaşamaya başlıyor.
İnsanın bu tecrübe eksikliği yalnızca gördükleriyle sınırlı değil üstelik. Temel ihtiyaçlarını dahi satın alan insan, üretim süreçlerine vâkıf olamadığından kıymet bilmez hale de geliyor. “El emeği, göz nuru” kavramını duymayalı ne kadar oldu, hatırlayın. Neticede ekmeğini kendisi yapmayan insan ekmeğin kıymetini bilmiyor. Kıyafetini kendisi biçmeyen insan, kıyafetin kıymetini bilmiyor. Çocuğuna oyuncak yapmayan insan, oyuncaklara sadece fiyatı kadar değer verdiği için çocuğuna da bir şey öğretemiyor. Bunca nimet uzaklardan, İsrâiloğullarına gökten inen kudret helvasıyla bıldırcın eti misali zahmetsizce gelince; eh kimse şükrün derdine de düşmüyor. Cenab-ı Hak uyanmayı nasip etsin.
Nimete hizmet penceresinden bakmak
Nimete bakışın bu denli bozulduğu bir dönemde “uyanış nimeti” de, nimetlerle yeniden doğru bir irtibat kurduğumuzda gerçekleşecek elbette. Öncelikle her türlü nimetin Âlemlerin Rabb’inden olduğunu bilmek, bu nimetleri O’nun için kullanmaya azmetmek, bütün benliğimizle şükre yönelmek gerekiyor. Bu farkındalık haline, şuur haline eriştiğimizde bütün dikkat ve gayretimizi şu ayet-i kerimenin tecellisine yönelmiş bir halde bulur, şükrederek üzerimizdeki nimetin artmasını ümit etmeye başlarız.:
“Hani Rabbiniz, ‘Eğer şükrederseniz size (nimetimi) daha çok vereceğim, nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım pek şiddetlidir!’ diye bildirmişti.” (İbrahim 7)
Hiç şüphesiz, üzerimizdeki nimetlerin en büyüğü de İslâm nimetidir. Cennetle ilgili ayet-i kerimelere baktığımızda, Allah Tealâ’nın dünyada bildiğimiz, tattığımız nimetlerin en mükemmel hallerini cennet ehli için sakladığını anlayabiliriz. Yani dünya nimetleri cennetteki asıllarının yanında hayli eksik nimetlerdir. Fakat Rabbimiz, dünyada tamamladığı, kemâle erdirdiği nimetin İslâm olduğunu beyan eder. (Mâide 3)
Bu nimetin tamamlanmasına emekleriyle, gayretleri ve fedakârlıklarıyla birlikte şahitlik eden, Cenab-ı Hakkın kendisini de bir nimet olarak nitelediği Peygamber Efendimiz s.a.v. ve O’nun güzide ashabının hayatlarına yönelirsek, şükredenlerden olmak için ne yapmak gerektiğini daha iyi anlayabiliriz.
Allah Tealâ, Âl-i İmran suresi 103. ayet-i kerimede; “Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz de O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı. Ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz tam ateş çukurunun kıyısındayken oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye Allah size ayetlerini böyle açıklar.” buyuruyor. Böylece, İslâm’la şereflenen sahabi efendilerimize bahşettiği “gönül birliği/gönül uzlaşısı/ gönül yakınlığı” nimetini hatırlamamızı istiyor.
Bu, imandan sonraki en büyük nimetlerdendir. Ve bize, hepimize bir şey söylemektedir: Kalbinizdeki imanı ve kardeşlik bağlarınızı dikkate alarak “tamamlanan nimet”ten istifade edin.
Müminlerin bir araya gelmeleri, hizmet gayretiyle birlikte iş tutmaları, Allah’ın ipine birlikte sımsıkı sarılmaları; nimetle irtibatı doğru bir şekilde kuracak yegâne ölçüdür. Çünkü Allah için birbirini seven ve bir araya gelen müminler, hayatın hayır için yeniden üretilmesini gerçekleştireceklerdir. Böyle olduğunda, dünyevî sayılabilecek pek çok nimet boyut değiştirecek ve hizmet vesilesi haline gelecektir.
Sözgelimi yabancı dil öğrenmek, bu dil becerisini hizmet için kullanma amacıyla gerçekleşince, mümin için Allah Tealâ’nın ayetlerinden olan dille gerçek irtibatı kurmak ve bunu doğru bir şekilde kullanmak, bu şekilde bu nimetin şükrünü eda etmek mümkün olabilecektir.
Aynı şekilde, müslümanların hayrına çalışacak bir teknolojik ürün ortaya çıkarmak, bütün süreçleriyle teknolojinin nasıl bir nimet olduğunu kavramaya ve bu irtibatla nimetin şükrünü eda etmeye kapı aralayacaktır.
Neticede hayır için üretmek, önce temas kurmayı, sonra tanımayı, sonra istifade etmeyi ve Allah Tealâ yolunda kullanmayı beraberinde getirecek ve nimet körlüğünden bizleri kurtaracaktır. İnşallah.