ŞERH: ŞEYH SAID RAMAZAN EL-BÛTÎ RH.A. - ÇEVİRİ: ABDURRAHMAN MIHCIOĞLU
Şazeliyye tarikatı pîrlerinden İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sırruhûnun “Hikem-i Atâiyye” adlı eserine Şeyh Said Ramazan el-Bûti rahmetullahi aleyh tarafından yapılan şerhi tefrika halinde sunmaya başlamıştık. Dördüncü hikmetin şerhine devam ediyoruz.
4. Hikmet: Tedbirden yana rahat ol. Başkasının (Allah’ın) senin yerine yaptığı işi kendi üzerine yükleme.
Bazıları, İbn Atâullah’ın ikinci hikmette beyan buyurduğu “Allah seni sebeplere bağlı kılmışken tecrîdi arzulaman gizli şehvettendir” cümlesiyle bu hikmet arasında bir çelişki görebilir. Zira ikinci hikmette, insanın, karşısına çıkan meşru sebeplere yapışması ve o sebepler vesilesiyle maksuda erişmesi gerektiği söyleniyordu. Burada ise İbn Atâullah bizi bundan kaçınmaya çağırmakta. Sebeplere yapışmak suretiyle katlanmak zorunda kalacağımız zahmetten uzak durmamızı öğütlemekte, Allah’ın bizi emin kıldığı şeylerle kendimizi yormamamızı salık vermekte.
İşin aslı, İbn Atâullah’ın sözlerinde herhangi bir çelişki mevcut değil. Aksine, ikinci hikmetle bu hikmet birbirleriyle son derece uyumlu.
Sebeplere yapışmak başka, kişinin sebepler vasıtasıyla işlerini bir düzene koyduğunu, güya tedbirli davranarak işlerinde yetki sahibinin kendisi olduğunu düşünmesi başka. İkisi arasında büyük fark var.
Sebeplere yapışmak, sebebe yapışan kimsenin zâhirî çabasından ibarettir. Müslüman ticaret için çarşı pazara, ilim tahsili için medreseye üniversiteye, tedavi için doktora gider. Allah’ın ikaz ettiği zararlı sebeplere başvurmaktan da uzak durur.
Tedbir ise düşünsel bir çaba ve aklî bir karardan ibarettir. Yani kendi tedbirine güvenen kişi sebepler vasıtasıyla uzun vadede elde edeceği kârın, başarının hesabını yapar. Kendince bir düzen kurar, elde edeceği iyi neticeye dair de kendisini ikna eder. Onun gözünde sebepler kendi kudret ve idaresi altında birer hizmetçi, aklı da elde ettiği iyi neticenin ve başarının anahtarı konumundadır.
Sebeplere yapışmanın temelinde kişinin vücudu ve azaları vardır. Doğru olan da budur. Şu hikmette kınanan tedbirin kökeninde ise nefsin arzuları ve bu istikametteki akıl yürütme vardır. Bu ise kötü görülmüş ve reddedilmiştir.
Bir hayrı tavsiye ve bir şerden alıkoymak suretinde bir araya gelen bu iki nasihat, müslümanın hayatında takip etmesi gereken İslâmî metodu oluşturur.
Müslüman; dükkânına, fabrikasına, işyerine gider ve diğer insanlar gibi çalışıp çabalar. Karşısına çıkan sebeplere, onları enikonu değerlendirdikten sonra yapışmaktan geri durmaz ve şeriatın öngördüğü biçimde amel eder. Birisi veya birileri, “Bu çabanın, gayretinin ve niyetlerinin neticesinde ne umuyorsun?” diye sorsa onlara şu cevabı verir: “Bunlar Allah’ın beni sorumlu kıldığı vazifeler. Benden istenildiği şekilde bu vazifeleri yerine getiriyorum. Bu çabamın ve gayretimin neticesinde ilerleyen zamanda beni nasıl bir şeyin beklediği meselesi ise Allah’ın hükmü ve tedbirine bağlı. O’nun hakkımdaki kazâsına teslimim ve hükmüne razıyım.”
İşte bu, İbn Atâullah’ın hatırlattığı İslâmî metottur. Şeriatın öngördüğü surette karşımıza çıkan sebeplere yapışmak, bununla birlikte ve bundan sonra da Allah’ın hükmüne ve tedbirine teslim olmak...
Önderimiz Hazret-i Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in hayatında da bu yaklaşımı fark edebiliriz. Sâdık dostu Hz. Ebubekir Efendimiz’le yol arkadaşlığı yaptığı, Medine-i Münevvere’ye hicret günündeki hâline bir bakalım:
Nebîler Serveri, hicretin başarılı olması için sebeplere yapışmanın gerekli olduğuna yakînen inanıyormuşçasına hicreti esnasında bütün sebeplere yapıştı. Evinden gizlice çıktı. Müşrikler yatağında uyuduğunu zannetsinler de takibe ya da aramaya yeltenmesinler diye Hz. Ali Efendimiz’i yatağında uyur halde bıraktı. Hz. Ebubekir Efendimiz’in çobanına, izlerini örtmesi için arkalarından koyun sürüsüyle gelmesini söyledi. Yollarda kendilerini aramaktan vazgeçsinler diye Sevr Mağarası’nda üç gün kaldılar. Müşriklerden sözüne itimat edilir bir adam olan Abdullah b. Uraykıt’la, kendilerini Medine’ye arka yollardan götürmesi için Sevr Mağarası’nın yakınlarında buluşmak üzere sözleştiler. İşte bu, sebeplere tam manasıyla yapışmaktı.
Mağarada gizlendikleri esnada, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemi aramak kastıyla civarda dolaşan bir grup müşrik mağaranın ağzına geldi. Mağara gözlerinin önündeydi. Hz. Ebubekir radıyallahu anh endişeyle Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin kulağına fısıldadı: “İçlerinden biri ayaklarının hizasına baksa bizi görecek!” Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem şöyle karşılık verdi: “Üçüncüsü Allah olan iki kişi hakkında ne düşünürsün?”
Mağaradan çıkıp Medine’ye doğru yola koyulduklarında iz sürücü Süraka, maksadı kötü, dörtnala üzerlerine geldi. Hz. Ebubekir onun geldiği istikamete bakarak Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin hayatı için endişe ederken O, sağına soluna bakmadan, dilinde dua, Allah’ın himaye ve tedbirine güvenerek yoluna devam etmekteydi. İşte bu da kulun kendi tedbirini terk ederek Allah’ın tedbirine güvenmesi, dayanmasıdır.
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Allah’ın emrine itaat ederek, Allah’ın yeryüzünde tayin ettiği nizamla uyumlu bir şekilde sebeplere yapıştı. Sonrasında ise sebepleri ve onların kıymetini adeta kenara itti. Yakinî imanıyla neticeyi Allah’ın rahmetine, tevfîkine ve hikmetine; tam bir itimatla O’nun hüküm ve lütfuna bağladı.
O halde şu nebevî tablo, İbn Atâullah’ın, “Tedbirden yana rahat ol. Başkasının (Allah’ın) senin yerine yaptığı işi kendi üzerine yükleme” hikmetini hakkıyla izah etmekte ve bu hikmetle “Allah seni sebeplere bağlı kılmışken tecrîdi arzulaman gizli şehvettendir” hikmeti arasındaki uyumlu münasebeti de ortaya koymakta.
Anlatıldığına göre, Hz. Hüseyin Efendimiz’in mübarek evladı Zeynelâbidin Efendimiz’in çarşıda bir dükkânı vardı ve işleri hayli yoğundu. Namaz vakti geldiğinde dükkânını bırakır, camiye giderdi. Günün birinde, kendisi de camide namazdayken bir haberci gelerek alevlerin çarşıyı sardığını ve dükkânı da yutmaya başladığını haber verdi. Hz. Zeynelâbidin bu haberi dikkate almadı, adeti üzere farz ve nafile ibadetine, zikir ve tesbihine devam etti. Sonra üzüntüsüz endişesiz çarşıya döndü.
Hz. Zeynelâbidin’in çarşıda ve dükkânındaki ticarî işlerinde sebeplere ne surette yapıştığına bir bakın! Malum, ticaretle meşguliyet ve dünya geçimi için yapılacak benzer işler, Allah’ın kullarını vazifeli kıldığı şeylerdendir.
Bir de diğer cepheye bakın! Hz. Zeynelâbidin, Allah’ın kendisini sorumlu kıldığı vazifeyle meşgulken nasıl da tedbirden ve tedbire göre davranmaktan sıyrıldı da bunları tam bir teslimiyetle Allah’ın tedbirine ve hikmetine havale etti! Devamında da Allah’ın insanın yaratılış sebebi olarak takdim ettiği büyük vazifeye, namaza ve kulluğa tekrar yöneldi! O esnada sebeplere tevessül etmediği gibi, onları dikkate de almadı. Çünkü o sırada sebeplere yapışma meydanından tecrid meydanına intikal etmişti. Her iki halin de hakkını veriyor, birini diğeriyle karıştırmıyordu. Diğer bütün hallerde de tedbir hususunda -yani işlerin neticesinin ne surette olabileceği bahsinde- Allah Azze ve Celle’yi vekil kılıyordu.
Şu takdirde, Zeynelâbidin Efendimiz’in ibadet kastıyla Allah’a yöneldikten sonra O’ndan yüz çevirerek dünyaya ve dükkânına yönelmesi ihtimalini hiçbir haklı gerekçeye dayandırmak mümkün değildir.