Aramak

EDEBİYAT (Şu Benim Dîvâne Gönlüm)

Şu benim dîvâne gönlüm
Yine hûbdan hûba düştü.
Mâh-cemâlin şûlesinden
Çalkalanıp sa’ba düştü.

Kiminin meskeni külhan
Kimi derviş kimi sultan
Kimi şeyhi ile mihman
Benim şeyhim cüdâ düştü.

İntizârım hak kelâma
Kâmilden gelen selâma
Rüzgâr esti şu âleme
Bize bâd-ı sabâ düştü.

Felek bir gün câna kıyar
Bizi kaptan kaba koyar
Kimi atlas libas giyer
Şükür bize aba düştü.

Kul Yusuf’um der bu demler
Akıttım dîdeden nemler
Çekticeğim bu sitemler
Dosttan bana caba düştü.
(Kul Yusuf)

Çok bilinen, çok sevilen, sözlerindeki bazı değişikliklerle türkü olarak da okunan bu ilahinin kaynağı hakkında hiçbir bilgimiz yok maalesef. Manzumenin sonunda kendisini “Kul Yusuf” diye tanıtan şair kimdir, nerede ve ne zaman yaşamıştır, bilmiyoruz. Metnin, türkü formunda, biri Sivas Kangal, diğeri Erzincan menşeli iki derlemesi var. 1940’lı ve 50’li yıllarda yapılan her iki derlemede de Sebilci Hüseyin Efendi’nin bestesine bağlı kalınmış olması, bu derlemelerdeki kaynak kişilerin Kul Yusuf’un kendileri yahut dedeleri olduğu iddiasını çürütüyor. Şimdiye kadar herhangi bir yazılı kaynakta bu ilahinin metnine rastlandığına dair bir kayıt da bulunmuyor. İlahi veya türkü olarak okunurken mana akışını bozan değişikliklerin varlığı, metnin öteden beri şifahî gelenekle aktarıldığına işaret ediyor.

Kul Yusuf’u bulmak için koyulduğumuz yol ise bizi 15. yüzyıla kadar götürmekte. Iğdır’ın Çakırtaş köyünde bu yüzyılda yapılmış bir “Kul Yusuf Kümbeti”ne rastlıyoruz mesela. 16. asırda Pir Sultan Abdal’ın “Horasan’dan kalktım sökün eyledim/ Şam’da Kul Yusuf’u görmeye geldim” mısralarında adı geçen başka bir Kul Yusuf var. 18. yüzyılda ise Zile’nin Çayır köyünde yaşamış yine Kul Yusuf mahlaslı bir şairin şiirlerinden haberdarız. Şairimizin bunlardan biri olup olmadığı kesin değil ama şeyhinden ayrı düşmüş bir derviş olduğu, mürşid hasretiyle bu manzumeyi söylediği kesin gibi.

Tasavvuf terbiyesinde kemâlâta ermenin yollarından biri, hem bâtında hem de zâhirde seyr ü sefer eylemek yani yolculuğa çıkmaktır. Mevlânâ kuddise sırruhû hazretlerinin buyurduğu üzere sefer, kemâl sebeplerindendir. Hilâl sefer eylediği için bedr-i tâm yani dolunay olur. Yağmur damlası buluttan sefer eyleyip sedefe girdiği için inci haline gelir.

Mürşid-i kâmiller dergâhtaki her türlü mücahedeye rağmen keşfi açılmayan dervişlerini, boynunda keşkülüyle bir zaman gurbete gönderir, huzurlarından uzaklaştırırlar. Maksat, dervişe sebepleri terk etmeyi, yokluğa ve zorluğa sabrı, kanaati öğretmektir. Bazen de nispetini muhafazadaki titizlik ve kararlılığını sınamak için onları uzaklara gönderir, çağrılmadan dönmelerine izin vermezler. Bu ilahide sebebini bilmesek de gurbetle sınanan Kul Yusuf isimli bir derviş, büyük bir aşkla bağlı olduğu mürşidinden ayrı kalmanın ıstırabını terennüm ediyor. Manzume böyle anlaşıldığı içindir ki her kıtadan sonra tekrarlanan, “Ah ben n’idem şeyhim ni’dem / Yaralıyam kime gidem / Ya hâlim kime arz idem” mısraları ilahiye sonradan ilave edilmesine rağmen yadırganmamış, herkes tarafından kabul görmüş.

Kul Yusuf ilk kıtada gönlünün bir mürşid-i kâmile aşkla bağlanmasını anlatıyor. Gönül, Cenab-ı Hakk’ı sevsin diye güzele ve güzelliğe meftun yaratılmıştır. “Hûb” güzel demektir; gönlün “hûbdan hûba düşmesi”, uçarı bir kuş gibi gördüğü her güzele, her güzelliğe meyletmesi fakat hiçbirinde karar kılmamasıdır. Nihayet cemâli ay kadar güzel olan bir mürşide rastlar. Onun güzelliğinin şûlesi, daha önceki gelip geçici muhabbetlere benzemeyen bir sevda ile dervişin gönlünü dalgalandırmış, cûşa getirmiş, mürşidin ay yüzüne rapteylemiştir. Gönül kuşu bu defa kafestedir. İstese de kurtulamayacağı bir müşküle düşmüştür.

Bu kıtanın son mısraının nerdeyse bütün icralarda “Çalkalanıp göle düştü” şeklinde okunması yanlış gibi geliyor bize. Çünkü hem manzumenin kafiye yapısıyla uyuşmuyor hem de tutarlı bir manaya kapı aralamıyor. Biz bu mısraın “Çalkalanıp sa’ba düştü” veya “Çalkalanıp sarpa düştü” şeklinde olabileceği zannındayız. Zira Arapça olan “sa’b” da, Türkçe olan “sarp” da “zor, çetin, müşkül iş veya durum” manasınadır ve aşkla tutulup bağlanmanın yaşattığı zorlukları ifadeye elverişli kelimelerdir.

Mürşid-i kâmillerin güzel yüzünü “ay”a benzetmek, onların Habib-i Kibriya sallallahu aleyhi veselleme nispeti sebebiyledir. Bilindiği gibi ay, ışığını güneşten alır. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem “iki cihan güneşi”dir ve velâyet nurunu ondan tevarüs eyleyen sâdât-ı kiram efendilerimiz, çağımıza taşıdıkları nebevî güzelliklerle, mah-cemâllerinin şûlesiyle yolumuzu aydınlatan peygamber uydularıdır.

Derviş, aşkla bağlandığı güzel şeyhinden ayrı düştüğünü beyan ettiği ikinci kıtada, insanların türlü hallerini nazara veriyor önce. Bazılarının kimi kimsesi, evi barkı yoktur; hamam külhanlarını mesken tutmuşlardır. Bazıları derviş, yani fakir ve güçsüz; bazıları sultan, yani güçlü ve muktedirdir. Bazıları ise şeyhi ile ülfet ve ünsiyet halinde, onun huzurunda bulunmanın manevi zevkini yaşamaktadır. Bu son tespit, şeyhinden cüdâ düşen, ayrı kalan dervişin bir imrenme hatta kıskanma haline işaret ederken, onu yakan özlemini de yansıtmaktadır.

İntizar; “beklemek, bir şeyin veya birinin hasretle yolunu gözlemek” demek. Derviş bu halde kâmil mürşidinden gelecek bir selâmı, onun kendisi için söyleyeceği ve doğruluğundan emin olacağı güzel bir sözü, belki “artık dönsün” davetini iştiyakla, sabırsızlıkla bekliyor. Fakat âlemde rüzgâr eserken, kendisinin payına düşen bâd-ı sabâ bu bekleyişin uzamasına sebep olmaktadır. Rüzgâr da “hafif hafif esen sabah yeli” manasındaki bâd-ı sabâ da haber bekleyenler için birer habercidir. Ancak rüzgârın hızına nispetle bâd-ı sabânın yavaşlığı, beklenen haberi, kelâmı yahut selâmı geciktirmektedir ki hasretle yanan sabırsız âşığın bu gecikmeye tahammülü yoktur. Kendisine bâd-ı sabânın düşmesini bir talihsizlik olarak görür. Asıl talihsizlik elbette beklediği selâmın veya davetin gelmemesidir.

Üstelik zaman hızla akıp geçmekte, ecel insanın peşinde onunla koşmaktadır. “Dönen, devreden gökyüzü” manasına gelen felek kelimesi, zaman idrakimiz bu dönüşe bağlı olduğundan, “zamane, devir” manasına da gelir. İnsanın ölümü de Cenab-ı Hak’ın belirlediği bir vakte bağlıdır. “Felek bir gün cana kıyar” mısraı, vakti geldiğinde her insanın öleceği hakikatini anlatırken, dervişin şeyhine kavuşmadan gurbette ölebileceği endişesini de yansıtır. Feleğin, yani zamanın insanları kaptan kaba koyması, hallerini değiştirmesidir. Öyle ya, bugün zengin olan yarın fakir düşebilir. Bugün aziz olan yarın zelil olabilir. “Kimi atlas libas giyer/ Şükür bize aba düştü” mısralarında, bazılarının dünyevî bir zenginlik ve refah içinde yaşadıkları, dervişlerin ise “bir lokma bir hırka” anlayışıyla böyle bir hayatı arzulamadıkları ifade edilir. Dervişlere mahsus, değersiz, yensiz, yakasız bir giysi olan “aba”ya rıza; dervişliğe, fakirliğe rızadır. Bu hale şükretmek ise hem dervişliğin herkese nasip olmadığını, hem de varlıkla imtihanın yoklukla imtihana nazaran zorluğunu anlatır. Varlık yahut konfor, dünya düşkünlüğünü artırarak ölüm korkusunu marazî bir hale getirir ve kişiyi, bu korkudan kurtulmak için ölümü unutturan bir gaflete düşürür. Ölümü unutturan gaflet insanın mutlak manada helâkine sebeptir. Dervişler Cenab-ı Hakk’ın kendilerini böyle bir imtihandan beri kıldığı için de şükrederler. “Şükür bize aba düştü” mısraındaki şükür, “az ama buna da şükür” manasına bir yetinmenin değil, bahşedilen kanaat gibi bir büyük nimetin sürurlu şükrüdür.

Son kıtada Kul Yusuf, şeyhinden ayrı olduğu bu demlerde ağlayıp gözyaşı döktüğünü söylüyor. Döktüğü gözyaşları zaten yeterince ıstırap çektiğini, hasret ateşiyle yandığını göstermeye yetiyorken bir de dostlarının sitemlerine maruz kalması, ona hesapta olmayan yeni acılar yaşatıyor. Halbuki derviş mürşidini aşkla sevmektedir. Ona gönülden bağlıdır. İlden ile dolaşırken onu bir an bile kalbinden çıkarmamış, hep onun bir selâmını, bir davetini beklemiştir. Dervişliğin ilahî bir ikram olduğunun farkındadır ve haline şükretmektedir. Böyleyken, gurbete gönderiliş sebebi ne olursa olsun, dost bildiklerinden gelen kınamalar, ayıplamalar onun canını biraz daha yakmaktadır.

Fakat yine de manzume boyunca bütün bunlar bir şikâyet konusu yapılmaz. Zira yanmak âşığın canına minnettir. Yanmadan vuslat olmaz. Âşığı mâşukundan ayıran mesafeler değil, yeterince yanmayan kalbidir. Fâni varlığını aşk ateşiyle yakıp kül edenler için uzak ve yakın yoktur.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy