“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (Ahzab 72)
Bu mübarek ayet-i celilede Allah Azîmüşşan insana vermiş olduğu vazifelerin önemini bildiriyor. Göklerin ve yerlerin kabulüne cesaret edemedikleri yükümlülükleri insanın kabul etmiş olduğunu açıklıyor. Bu sorumluluğun gereğini yerine getirmeyen nifak ve şirk ehlinin azaba uğrayacaklarını; yerine getiren iman sahiplerinin de ilâhî muhabbet, şefkat ve bağışlanmaya nail olacaklarını haber veriyor.
Cenâb-ı Hak insanları uyanışa davet ediyor. İnsanlığın ne mühim vazifeleri üzerine almış olduğunu beyan buyuruyor: “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik...”
Ayet-i celilenin başındaki “biz” ifadesi büyüklük ve ululuk içindir. Emanet ise “birine geri alınmak üzere geçici olarak bırakılan, teslim alan kişice korunması gereken şeyler” anlamına gelir.
Emanet nedir?
Ayet-i celilede geçen ve dinî bir terim olan “emanet”e birçok mana yüklenmiştir. Bunlar içinde maksada en uygun olanları müfessirler üç mertebede izah etmişlerdir:
Birinci mertebe, şer’î sorumluluklar yani dinin yerine getirilmesi gereken emir ve yasaklarından oluşan vazifelerdir. Buna göre iman kalbe ait bir emanettir. Bütün hükümleriyle şeriat ise dış azaların taşıyacağı bir emanettir. Kim bu ikisini yerine getirirse emanete layık olmuş olur. Aksi halde verilen emanete hainlik etmiş olur.
Ruhu’l-Beyan Tefsiri’nde şöyle denilmiştir: Şer’î sorumluluklar emanet diye isimlendirilmiştir. Çünkü onlar Allah’ın sorumlu/mükellef kullara verdiği, güzelce itaat ederek alıp uygulamalarını vacip kıldığı, gözetmelerini, koruyup devam etmelerini ve haklarından hiçbir şeyi ihlal etmeksizin eda etmelerini emrettiği haklardır.
Peki nedir bunlar? Tefsirlerimiz bu emanetleri şu üç mertebede açıklar: Akıl, ilâhî muhabbet ve ilâhî feyz...
İlk mertebeye aklın konulmasının sebebi, insanın öğrenmek istediği her şeyi akılla öğrenmesidir. Gücü dâhilinde olan bütün güzellikleri, sâlih amelleri akıl ile yapar. İnsan aklı ile yaratılmışların çoğundan üstün kılınmıştır. Akıl emanetinin hakkı ise onu doğru kullanmak, kendi varlığına ve bütün mevcudata; hayata ve ölüme ibret ve tefekkürle bakmak ve Yaratıcısı’nı bulmaktır.
Ancak akıl emanetini taşıyanların üstlenebildiği emanetleri şöyle detaylandırabiliriz: Tevhid, ahirete iman, namaz, zekât, oruç, hac, cihad, doğru sözlülük, dili boş sözlerden korumak, kendisine verilen dünyevî emanetleri korumak, sırları saklamak, borcu ödemek, ölçü ve tartıda âdil olmak, manen ve bedenen temiz olmak, iyi ve güzel niyetli olmak, özellikle yalnızken namazı güzel kılmak, belaya sabır, nimetlerin sahibine şükretmek, sözü yerine getirmek, Allah Teâlâ’nın “Bu benim sana bıraktığım bir emanettir” buyurduğu edep yerini ve namusunu korumak, insanlara dürüst davranmak ve bunlardan başka şeriatın emrettiği ve yasakladığı diğer her şey... Bunlar ruhlar âleminde insanlardan alınan söze dâhildir.
İkinci mertebe, birinci emanetin meyvesi ve neticesi olan ilâhî muhabbet, aşk ve cezbedilme halidir. Bu hasletler yönüyle insan meleklerden üstün olmuştur.
Üçüncü mertebe, vasıtasız gelen Rahmânî feyzdir. Onun için emanet diye isimlendirilmiştir. Çünkü o Hak Teâlâ’nın sıfatlarındandır ve kimse ona sahip olamaz. Bu feyz “çok zalim ve çok cahil” olma özelliğine işaret edilen insanın, hakikati görme körlüğünden, nefs ve şeytanın perdelerinden kurtulmasına; haline ve amellerine göre müşahedeye ermesine vesile olur.
Emanetin yere ve göklere teklif edilmesi
Ayet-i celilede zikredilen gökler ve diğerleri cansız varlıklardır. Cansız varlıkların ise idrak ve anlayış kabiliyeti yoktur. Öyleyse emanetin onlara teklif edilmesinin manası ne olabilir? Bu soruya âlimler iki şekilde cevap verir.
Birinci izaha göre, emanetin göklere, yere ve dağlara teklif edilmesi mecâzî bir anlatım değildir; gerçekten böyle olmuştur. Ehl-i sünnete uygun olan da budur. Çünkü ehl-i sünnet buna benzer ayetleri te’vil etmez; zâhir manasıyla kabul eder. Bu durumda hadisenin nasıl gerçekleşmiş olabileceğine dair iki izah vardır.
Birinci izah, birçok ayetin de işaret ettiği gibi cansız varlıkların da gerçek bir hayatiyetleri olduğunu esas alır. Allah Teâlâ mealen şöyle buyuruyor:
“Görmez misin ki göklerde olanlar ve yerdekiler; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde ediyor.”(Hac 18)
İkinci izaha göre emanetin göklere yere ve dağlara teklif edilmesi gerçek manada değildir. Bu ifadeler bir misal getirmedir. Bu misalden kasıt ise Allah Teâlâ’ya itaat ve ibadetin azametini, büyüklüğünü, yüceliğini anlatmaktır. Buna emanet denilmesi de yerine getirilmesinin farz olması sebebiyledir.
Çok zalim, çok cahil
Ayet-i celiledeki emaneti yüklenen insandan kastın Hz. Âdem aleyhisselam olduğu rivayeti vardır. Ayet-i celile şöyle bitiyor: “Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.”
Ayet-i celilede “zalûm” ve “cehûl” kelimeleri geçmektedir. “Zalûm” çok zalim, zulme, haksızlığa çok yatkın demektir. “Cehûl” ise iddia ettiği gibi âlim/bilen değil, aksine çok cahil demektir.
Zulüm nedir?
Zulüm adaletin zıddıdır. Adalet ise bir şeyi olması gereken yere koymak, orada tutmaktır. Bu durumda zulüm, herhangi bir varlığı hakkı olan yere değil, başka yere koymaktır. Bu ise eksiltme, artırma, vaktini veya mekânını değiştirmekle olur. Az ya da çok, her türlü haddi aşmaya zulüm denir. Bundan dolayı büyük küçük tüm günahlar hakkında zulüm kelimesi kullanılır.
Artık ölüm gelmeden tevbe edip emaneti hakkıyla eda etmeli. Dünya ve ahiret saadeti için hiçbir vakti boş geçirmeden taatle geçirmeye niyet ve gayret etmeli.