Aramak

EVLÂD-I RASUL’E HÜRMET

Mükellef olduğumuz birinci husus, artık devlet önayak olmasa bile evlâd-ı Rasul’e hürmette kusur etmemektir. Bu hem Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin ehl-i beytinin gözetilmesine dair vasiyetine uymanın hem de bir hürmet ve minnet nişanesi olarak namazlarımızda okuduğumuz “salli-bârik” dualarına fiilen iştirakin gereğidir. 13. asrın sonları, Moğol tahakkümü altındaki AnadoluSelçukluları’nın da son yıllarıdır. “Devlet-i ebed-müddet” nöbetini devretme zamanı gelmiştir artık. Peki kime devretmek lazımdır? Bizans önlerinde tekfur kalelerini bir bir düşüren Ertuğrul Bey’in oğlu Osman Gazi’yi gözlerine kestirirler. Selçuklu sultanı III. Alaeddin Keykubat, Osman Gazi’ye hâkimiyet sembolü hediyelerle birlikte bir menşur, yani herkese duyurulması gereken bir ferman göndererek adeta sancağı ona teslim eder. Fermanda Osman Gazi’nin “bey”liği tanınmakta, Bilecik yöresi ona yurt olarak verilmekte, devlet-i ebed-müddet nöbeti için tavsiyelerde bulunulmaktadır. O tavsiyelerden birinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem nesebinden gelen seyyid ve şeriflerin muazzez ve muhterem tutularak himaye edilmesi sıkı sıkı tembihlenir. Çünkü evlâd-ı Rasule ikram, ihsan ve hürmet; Rasul-i Zişan sallallahu aleyhi veselleme hürmet, muhabbet ve ittibanın iktizasıdır. Devletlerin izzetine, tarih sahnesinden çekilse bile şerefle yâd edilmelerine vesiledir. Osmanlı’da evlad-ı rasul hürmeti Osman Bey’den itibaren ilk Osmanlı padişahları bu tavsiyeyi baş tacı ederler. Âl-i Rasul’den vergi almaz, ihtiyaç sahibi olanlarına maaş bağlar, ilim tahsiline yönelmeleri için onlara her türlü imkânı sunarlar. Seyyid ve şeriflere gösterilen hürmet ve itibar, Osmanlı beldelerini evlad-ı Rasul için cazibe merkezi haline getirir. Genişleyen sınırlarla birlikte bu pak nesle mensup olanların sayıları da artmaktadır. Kayıtlarının tutulması zaruret halini almıştır. Yıldırım Bayezid zamanında “Nâzır-ı Sâdât” ünvanıyla resmen görevlendirilen, yine sâdâttan ilim sahibi zatlar vasıtasıyla nerede yaşadıkları kayda geçirilir, hakları korunur, ihtiyaçları karşılanır. Bir müddet sonra bu da kifayet etmez ve Sultan II. Beyazıd döneminde “Nakîbü’l-Eşraflık” adı altında bir teşkilatlanmaya gidilir. Nakîbü’l-eşraf kaymakamları aracılığıyla imparatorluğun en ücra köşelerine kadar yayılan bu teşkilat, 1924’te hilafetin ilgasıyla kaldırılıncaya kadar seyyid ve şerifleri muazzez ve muhterem tutarak himaye etmiştir. Gerçi Abbasîler’den başlayarak Osmanlı’dan önceki pek çok İslâm devletinde benzer yapılanmalar vardır. Fakat bunlar daha ziyade devlet hazinesinden faydalanacakları tespit maksadı taşır. Zira bilindiği üzere Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin ehl-i beyti ve akrabaları zekât ve sadaka alamaz. Buna karşılık devlet hazinesine aktarılan ganimetin beşte birinden pay alır, “fey” denilen ve gayrimüslimlerden toplanan vergiler ile ele geçirilen arazilerden yararlanırlar. Osmanlı öncesi uygulamalarda ağırlık, ehl-i beyt mensubiyetinden dolayı ganimet ve feyden yararlanacakları belirlemek; bu imkândan istifade için “müteseyyid”leri, yani öyle olmadığı halde seyyidlik ve şeriflik iddiasında bulunanları gerçeklerinden ayırmak üzerinedir. Osmanlı’da ise bu maksada ilaveten evlâd-ı Rasul’ün izzetine halel getirmeme gayreti ve onlara hürmette sergilenen incelik öne çıkar. Nikâbet ve nakîbü’l- eşraf Osmanlı’daki nikâbet teşkilatının başında “nakîbü’l-eşraf” ünvanıyla ilmiye sınıfından bir seyyid bulunur. Nakîbü’l-eşraf, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin soyundan gelen “şerefli insanların vekili” demektir. Devletin üst düzey bir bürokratı olarak padişah tarafından atansalar da uygulamada özerk bir birim gibidirler. Nitekim son dönemlerdeki birkaç istisnai örnek dışında azledilmemiş, çoğunlukla vefatlarına kadar bu görevde kalmışlardır. Vefatlarından sonra da yerlerine genellikle oğulları veya vasiyet ettikleri başka bir seyyid atanmıştır. İstanbul’da kendilerine tahsis edilen konakta, maiyetindeki yine âl-i Rasul’den diğer görevlilerle vazife yapan nakîbü’l-eşraflara başta padişahlar olmak üzere devlet erkânı büyük hürmet göstermişlerdir. Padişahların cülûs (tahta geçme), kılıç kuşanma ve bayram merasimlerinde ilk onların duası alınmış; ordu sefere çıkarken sancak-ı şerifi, onların görevlendirdiği, evlâd-ı Rasul’den alemdarlar taşımıştır. Nakîbü’l-eşrafın vazifelerini İstanbul dışındaki beldelerde onun belirlediği kaymakamlar yapar. Nakîbü’l-eşraf kaymakamları da hem seyyid hem âlim olanlardan seçilir. İlim şartı, seyyid ve şeriflerin aralarındaki anlaşmazlıkları halletmek, gerektiğinde ceza tayininde bulunmak içindir. Çünkü Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin nesebinden gelenler kendi aralarındaki davalarda sadece nakîbü’l-eşraflar tarafından yargılanabilirler. Bu yargılamayı yapabilmek için de kadılık vasfına sahip olmak, fıkıh ilmini bilmek gerekir. Nakîbü’l-eşraf ve kaymakamlarının aslî vazifesi, “sülale-i tâhirenin, mensup oldukları soya halel getirmeden, izzet ve şereflerini koruyarak yaşamalarını sağlamak”tır. Bu çerçevede onları arayıp buldurur; isimlerini, siyadet (seyyidlik) veya şerâfet (şeriflik) silsilelerini, çocuklarını, ikâmetgâhlarını, ahvâl ve ahlâkını “siyâdet defteri”ne kaydederler. Evlilik, doğum, vefat gibi gelişmeler olduğunda bunları ilgili kişilerin sayfasına işlerler. “Siyâdet hücceti” denilen ve seyyid yahut şeriflerin şecerelerinin yazılı olduğu belgeyi düzenleyerek sahiplerine vermek de görevleri arasındadır. Evlâd-ı Rasul hâlâ aramızda Asıl maksat evlâd-ı Rasul’ün tanınması, bilinmesi, himaye edilmesi, hizmet ve hürmet görmesidir. Resmî kayıtlarla yetinilmez; halk arasında da tanınıp bilinsinler diye yeşil sarık sarmak yahut kıyafetlerinde yeşil bir alamet bulundurmakla yükümlü tutulurlar. Âl-i Rasul’den olmayanların siyâdet sarığı da denilen yeşil sarık sarması yasaktır; cezayı gerektirir. Nakîbü’l-eşraf kaymakamları, vazifeli oldukları havalide bulunan seyyid ve şeriflere, maddî yönden başkalarına muhtaç olmayacak şekilde yaşamalarını sağlamak için hazineden maaş bağlatır, vakıf gelirlerini pay ederler. Onları şereflerine uygun düşmeyen işlerde veya mesleklerde çalışmaktan men eder, ilim tahsiline yönlendirirler. Vâsisi veya velisi olmayan yetimlerinin mallarına vekâlet eder, kadınlarını evlendirirler. Ahlâken düşük, sefih kimselerle evlenmelerine izin vermezler. Aralarındaki anlaşmazlıkları çözer, izzetlerini zedeleyecek davranışlardan sakındırırlar. Cezayı gerektiren bir kabahat işlemişlerse, rencide olmamaları için bu cezalarını toplum önünde veya diğer suçluların tutulduğu yerlerde değil, nakîbü’l-eşrafların konaklarında çekerler. 1848 tarihli bir resmî belgeden bugünkü Türkiye sınırları içinde 150’yi aşkın beldede nakîbü’l- eşraf kaymakamı bulunduğunu öğreniyoruz. Nakîbü’l-eşraf kaymakamları eyalet, sancak veya kaza merkezlerine göre değil; köy bile olsa seyyid ve şeriflerin yoğun olduğu yerleşim birimlerine göre atanıyorlar. Yakın çevrelerinde bulunan daha az sayıdaki evlâd-ı Rasul’den kimselerin sorumluluğu da onlara ait. Söz konusu belgeden hareketle bu mübarek insanların hâlâ aramızda yaşadığı, sayılarının da tahminlerimizden çok olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Bu da müslümanlar olarak bizleri iki hususta mükellef kılar. Esasen nakîbü’l-eşraflıkla ilgili tarihî malumatı bu mükellefiyetlerimizi hatırlayalım diye aktardık. Mükellef olduğumuz birinci husus, artık devlet önayak olmasa bile evlâd-ı Rasul’e hürmette kusur etmemektir. Bu hem Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin ehl-i beytinin gözetilmesine dair vasiyetine uymanın hem de bir hürmet ve minnet nişanesi olarak namazlarımızda okuduğumuz “salli-bârik” dualarına fiilen iştirakin gereğidir. Âlimler ve ârifler silsilesi Âl-i Rasul’ün izzetini gözetmek onlara ittibaya, bu da iman salâbeti ile izzet bulmaya vesiledir. Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi vesellem, “sakaleyn hadisi” diye bilinen hadis-i şeriflerinde ümmetine “iki kıymetli emanet” olarak “Allah’ın Kitabı’nı ve Ehl-i Beyt’ini” bıraktığını beyan buyurur. Başka bazı hadislerde ise iki emanet olarak “Kur’an ve Sünnet” zikredilmektedir. Hadis âlimleri bu farklılığı, “sünnet-i seniyyenin en doğru ve kâmil haliyle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin soyundan gelenler tarafından çağlara taşınacağı” hakikatiyle telif etmişlerdir. “Salli-bârik” dualarında Allah Tealâ’dan âl-i İbrahim’e ihsan buyurduğu gibi “Âl-i Muhammed”e de hayır ve bereket ihsanında bulunması niyazında yine bu hakikate işaret vardır. Bilindiği üzere Allah Tealâ’nın Hz. İbrahim aleyhisselamın zürriyetine hayır ve bereket ihsanı, onlar arasından peygamberler çıkarmak suretiyle tecelli etmiştir. Nitekim Hz. İbrahim aleyhisselam “Ebü’l-Enbiya: Peygamberlerin Babası” diye de anılır. Oğullarından Hz. İsmail aleyhisselamın soyundan Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; Hz. İshak aleyhisselamın soyundan ise Benî İsrail peygamberleri gelmiştir. Hatemü’l-Enbiyâ olan Rasul-i Kibriya sallallahu aleyhi vesellemden sonra peygamber gelmeyeceği için Cenab-ı Mevlâ’nın O’nun soyuna ikram eylediği hayır ve bereket, peygamber mirasçısı âlimlerdir. Öyle de olmuş, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin tebliğ, talim ve terbiye usulünün mirasçısı âlimler ve mürşid-i kâmiller büyük bir ekseriyetle O’nun mübarek soyuna mensup olanlar arasından çıkmıştır. Böyle zatların kıymetini bilmenin alâmeti, hürmet ve teslimiyetle onlara benzeme gayretidir. Bu gayret, müslümanı kâmil manada bir mümin ve aziz kılmaya vesile olması hasebiyle aynı zamanda bir mükellefiyettir bizim için. Bazı âlimler “salli-bârik” dualarındaki “Âl-i Muhammed” terkibinin kapsamına Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme tâbi olan bütün samimi müminleri dâhil ederler. Bu da bizlerin hangi soydan gelirsek gelelim, böyle bir manevi mensubiyete yakışacak tarzda davranmamızı gerektirir. Gündelik hayatın her anında, attığımız her adımda basitlikten, çirkinlikten, seviyesizlikten kaçınarak ümmet aidiyetinin izzet ve şerefini korumamızı ihtar eder. Mükellef olduğumuz ikinci husus budur.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy