Hâkim kültürün istilası altında hafızası silikleşmiş ve “fetih” ve “işgal” farkını unutmuş olanlar hatırlamalı: “Açma” manasına gelen fetih, insanlığın hayvanî tarafının en sert tezahürü olan istilalara ve sömürme iştahına taban tabana zıt bir olgudur. Fetih bir beldeyi Hakk’a ve hakikate, huzura ve barışa açmaktır.
Nurettin Topçu merhumun bu hikmetli sözlerle tanımladığı İstanbul’un fethinin 657. yıldönümü münasebetiyle “fetih” kavramı yeniden gündemin merkezine taşındı. Fakat bu yıldönümü, fethin en önemli sembolü olan Ayasofya’da Fetih Suresi’nin okunması ile farklı bir veche kazandı. Münazaraların, münakaşaların odak noktası Ayasofya’nın durumu ve geleceği oldu.
Haddizatında elini vicdanına koyan ve tarihî gerçeklere az çok vâkıf olan herkes için bu sorunun cevabı belli. Fakat ciddi bir kimlik krizi ile malûl bazı zihinlerin fetihten anladıkları “cebren bir yerleri ele geçirmek” olduğu için Ayasofya’nın cami mi ya da kilise mi olacağı, yoksa müze olarak mı kalacağı hararetle tartışıldı.
Ayasofya’nın ne olduğu, ne olması gerektiği sorusunun cevabı belliydi. Nitekim Danıştay’ın, ibadete kapanmasına ilişkin kararı iptal etmesi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasıyla tekrar camiye dönüştürüldü.
Islah ve ifsad farkı
Mevzuya tam anlamıyla vâkıf olabilmek için fetihle işgal arasındaki farkı ortaya koyarak medeniyet mefhumunu ve içerisinde bulunduğumuz vaziyeti idrak etmeye çalışmak şart.
Her şeyden önce fethin sadece siyasî, ekonomik ya da stratejik gerekçelerle yapılan bir saldırı olmadığının altını çizelim. Başka hangi gerekçeyle bir beldenin üzerine yürünebileceğini anlamak için de birer Kur’ânî kavram olan “ıslah” ve “ifsad”ı hatırlayalım. Evet, fethin gayesi yıkmak değil, yapmak. İfsad değil, ıslah. “Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih bahşettik.” diye başlayan Fetih suresinin askerî bir kazanım sonucunda değil, Hudeybiye Anlaşması’nın peşi sıra indirilmiş olması da fethin askerî başarıdan ibaret olmadığını yeterince izah ediyor. Yani fethetmek için illâ silahlı mücadele gerekmiyor.
“Açma” manasına gelen fetih, kelimenin tam anlamıyla insanlığın hayvanî tarafının en sert tezahürü olan istilalara ve sömürme iştahına taban tabana zıt bir olgu. İstilada maksadın tahakkuku için her türlü insanî değeri ayaklar altına almak mübah ve meşru sayılırken, fetihte şehirleri, beldeleri Hakk’a ve hakikate açarak huzura ve refaha kavuşturma amacı var.
İşgal ile fetih arasındaki kalın çizgiyi anlayabilmek için tarihe göz atmak, fethedilmiş ve işgal edilmiş yerlere bakmak yeterli. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Mekke’nin fethinde bir damla kan dökmemiş, şehre ve halkına asla intikam hissiyatıyla yaklaşmamış, pişman olanları affetmiş, ahalinin gönlünü fethetmişti. Bu nebevî ahlâkın bir tezahürü olarak İslâm tarihinde de savaş başlamadan şartlar açıklanarak karşı tarafın teslim olması istenmiş, ancak meydan okunması halinde savaşa girişilmişti.
Enkazdan başkente
Fetihle işgal arasındaki farkı gösterecek örneklerden biri de şüphesiz İstanbul’un fethi. Üç büyük imparatorluğa başkentlik yapmış ve onlarca kez kuşatılmış şehir, 1202-1204 yılları arasında Dördüncü Haçlı Seferi’nde Katoliklerin kıyımına ve yıkımına maruz kalmıştı. Vahşice yağmalanmış, hıristiyanlarca kutsal kabul edilen azizlerin kemikleri, Hipodromda sergilenen ve Hz. İsa aleyhisselama ait olduğuna inanılan heykeller kaçırılmıştı. Bizzat dindaşları tarafından icra edilen tecavüzler, gasplar, cinayetler şehir halkının hafızasında acı bir hatıra olarak yaşıyordu. İşte bu sebeple Fatih Sultan Mehmed’in ilerleyişi karşısında Papalık’tan yardım istenmesi gündeme geldiğinde “Ayasofya’da kardinal külahındansa müslüman sarığını tercih ederiz” sözü hislere tercüman oldu.
Fatih Sultan Mehmed, elli iki gün süren kuşatmanın ardından şehre girdiğinde, askerlerine savaş örfü gereği sadece üç gün yağma müsaadesi verdi. Burada yağma kelimesi sözün gelişi. Bu o kadar sınırlandırılmış, şartları belirlenmiş bir “el koyma” idi ki tarihî eserler, evler zarar görmedi. Halkın canı ve namusu korundu. Kılıç hakkı olarak Ayasofya camiye dönüştürüldü, fakat duvardaki ikonlar kazınmak yerine, zor olan tercih edilerek üzerleri ince sıvayla kapatılıp korundu. Zaten yarı harabeye dönüşmüş bu hıristiyanlığın en büyük mabedini kolayca yıkmak varken orijinalliği muhafaza edilerek bakım ve tamirden geçirildi.
Fatih, Ayasofya’nın ihtiyaçlarının karşılanması için vakıf kurdu. Ayrıca şehirde Rum Ortodoks Patrikhanesi, Ermeni Patrikhanesi ve Yahudi Hahambaşılığın bulunmasına izin verdi. Merhum Halil İnalcık hocamızın ifadesiyle fetihten önce ölü bir şehir hüviyetindeki Konstantinopolis, Fatih Sultan Mehmed’in hükümdarlığında yeni cihan devletinin Pây-i Tahtı yani başkenti oldu. Bir ıslah medeniyetinin merkezi haline geldi.
Barbarlar yıkar fatihler inşa eder
İnsanoğlu tarihi boyunca binlerce kez çok güçlü, çok büyük ordularla yapılan savaşlara şahit oldu. Savaşlarda ve zaferlerden sonra hiçbir kuralın işlemediği, merhametin zerresinin görülmediği kıyımlara maruz kaldı. Bugün yüz binlerce masumun kanı ve gözyaşı üzerine imparatorluklar kuran “büyük” komutanları, kralları kimse hatırlamıyor. Fakat arkasında insanlığın huzuruna ve barışına adanmış bir miras bırakmış, “hepisinden eyice bir gönüle girmektir” düsturuyla medeniyet inşa etmiş fatihlerin hatırası ve muhabbeti nesillerden nesillere aktarılıyor.
Bize düşen, geçmişimize sahip çıkmak. Onu anlamak için de gözümüzü yalancı ve yabancı aynalara değil, hakikat penceresine çevirmek. Aksi takdirde Cenap Şehabettin’in söylediği gibi “ölüler itiraz edemez” ama biz utanmak durumunda kalırız.