Aramak

Geçmiş Zaman Hasreti

Hangi birimiz geçmişte kalan, bugün izi bile olmayan güzellikleri hasretle anmıyoruz ki? Geçmişi bir daha yaşamak mümkün olmadığı, içinde yaşayamadığımıza dair pişmanlıklar barındırdığı içindir belki de hasretle yâd edilişi. Fakat her ne şekilde olursa olsun insanın her halükârda geçmişe hasret duyduğu bir gerçektir.
Günün sükûnetini bir usturayla keser gibi sokağın başından sonuna kadar kayıp giden tiz bir ses… O sesin ardından akıp giden köpüklü bir ırmak... Gün boyunca sokağın bir başına, bir sonuna dönüp çalkandı durdu. O sesin sahibinin aradıkları değildi o ırmakta akıp giden. Onun amacı başkaydı; sokakları çınlatan sesini en yüksek katlara ulaştırmak, beton duvarlar ardındaki canlara duyurmak isterken. Sesine kulak verecek, onu umursayacak kaç kişi vardı ki ayrıca? Aradığı ya da çağırdıkları artık bu mahalleden çoktan el ayak çekmiş olacak ki kimi bakışlar, “boş yere sesini yoruyorsun” der gibi düşüyordu yüzüne. O, tavrına ve sesine aldırış etmeyenlere rağmen, sesini en yüksek perdeden bütün mahalleye, hatta şehre yayma azmi içinde olduğunu gösteren tavrıyla birlikte uzaklaşıp gidiyordu ve sesi artık sokaklarda duyulmamış olsa da, sanki çarpıp geri geldiği taş duvarlarda yankılanıp duruyor gibiydi: “Eskici! Eskiler alıyorum, eskiler…” Maziden istikbale Eski kelimesinin, pörsümüş, köhnemiş, geçmişte kalmış, kıymetten düşmüş anlamları daha çok eşyalar için geçerlidir. Eskinin çağrıştırdığı bir başka anlam da, ömür yolunun ardında kalan birçok değer, haslet ve yaşanmış güzellikleri içerir ki, bu anlamda “eski” her zaman özlenen, aranan ve yeniden yaşanmak istenendir. Bazı insanlar uzun yıllar öncesinden kalan, eskimiştir diyerek bir gömleğini, ceketini, mendilini, yazmasını bile kolay kolay dolabından çıkarıp atamaz. Çünkü o eşyanın herhangi bir eşya olmaktan öte, özünde barındırdığı bir anlam, üzerine sinmiş hatıralar vardır. Bunun içindir ki özellikle ninelerimizin naftalin kokulu sandıklarında sakladıkları birçok eşya yeniden elden geçirilirken, onların dilinden dökülen kimi ağıtları, türküleri, hikâyeleri dinlemek mümkündür. Geleceğe yönelik beklentiler, arzular ve hayaller yaşama azmimizi, gayretimizi artırırken; geçmişe dönük yaşanmışlıklar, hatıralar da bugünümüzü belirlemede ve anlamlı kılmada katkılar sağlayacaktır. Olumsuzluklardan dersler çıkarıp bir daha yaşamamak; olumlu olanları ise daha da geliştirerek yaşadıklarımızdan pişmanlık duymadan, eyvah demeden yolumuza devam etmede bizlere yardımcı olacaktır. Her eski olanı sadece “eski” olduğu için bir yana atmak; her yeniyi de sırf “yeni” olduğu için vazgeçilmez kabul etmek bizlere bir şey kazandırmaz. Geçmiş ve gelecek bir köprünün iki ayağı gibidir. Belirlenen hedeflere ulaşabilmek için her iki ayağa da ihtiyaç vardır. Eskiden alınacak gerekli dersler, yaşatılacak güzellikler olduğu gibi, yenide de mutlaka hayatımızı kolaylaştıracak özellikler bulunmaktadır. Yeniyi de yeni yapan aslında eskinin verdiği ilhamdır. Onun için “geçmişi olmayanın geleceği de olmaz” diyen eskiler, günümüzde de eskimeyen bir düsturu bizlere yadigâr bırakmışlar. Eskiler arıyorum Günler boyu sokaklarda “eskiler alıyorum” diye yankılanan ses, bende de “eskiler arıyorum” şeklinde değişime uğrayarak, derin bir hüzün içinde bıraktı gönlümü. Hangi birimiz geçmişte kalan, bugün izi bile olmayan güzellikleri hasretle anmıyoruz ki? Belli bir yaşa gelmiş, uzun sayılabilecek yıllar yaşamış olanlar bir yana, genç yaşta olanlar da “Nerede o eski bayramlar!” diye iç geçirmiyor mu? Geçmişi bir daha yaşamak mümkün olmadığı, içinde yaşayamadığımıza dair pişmanlıklar barındırdığı içindir belki de hasretle yâd edilişi. Fakat her ne şekilde olursa olsun, insanın geçmişe hasret duyduğu bir gerçektir. Bugünden daha kıt imkanlar içinde yaşasak da geçmişin ayrı bir tadı, ayrı bir kokusu olduğunu inkâr edemeyiz. Sadece insan ilişkilerindeki sıcaklık, samimiyet değildir genzimizi sızlatan. Dedelerimizin hayatında yer etmiş, bir dost gibi sarıp sarmalamış, yılların kendisiyle birlikte geçip gittiği birçok eşya bile çok şeyler anlatır. Keşke o eşyalar zaman içinde kaybolmasaydı da çocuklarımıza, torunlarımıza onların söylediği hikâyeleri anlatabilseydik. Belki o zaman daha duyarlı, düşünceli, kanaatkâr olacaklardı. Her haliyle geçmiş zamanla bugünü karşılaştırma imkanı bularak, hayatın ve imkanların günümüzden ibaret olmadığını daha kolay kavratabilecektik onlara. Topraksız kök derinleşir mi? Daha çok kazanmak, daha iyi yaşamak… Elimizi uzattığımız her şeyin daha iyisine sahip olmanın bencilliği mutsuzluğumuzu da beraberinde getirdi. İhtiyacımız olana değil, hoşumuza gidene, kullanabileceğimize değil, seyredebileceklerimize sahip olmaya çalıştık. Mutlu olmanın tek yolunun daha çok eşyaya, daha renkli etiketlere, birtakım payelere sahip olmaktan geçtiği yalanına inandık. Doğduğumuz toprakları bir sevda uğruna terk ederek, boz bulanık sulara kapılıp, bir yalnızlık üşümesiyle bireyselliğin beton kıyılarında hayata tutunmaya çalıştık. Bizi büyüten, “ben”i “biz” yapan topraklardan koparılan köklerimiz demir ve betonlar arasında gün be gün sarardı, küçüldü. Bir sıcaklık, bir ışıltı aradığımız bakışlardan aldığımız yaralar ve dudaklarımız arasında donup kalan selamlarla yürüdüğümüz sokaklar, bindiğimiz otobüsler, hayalen bizleri uzak topraklara götürse de gerçeğin soğuk rüzgârı yazlarda bile etkisini hissettirdi ruhumuzda. Nedendir bunca kopuş, nedendir bunca kaçış diye hayatı ve onun içinden akıp gidenleri sorgularken, kendimizi de aynı nehrin sularında çırpınır bulduk. Erdemsiz ve bencil bir koşunun içinde yorgun düştük. Hedef, biz yaklaştığımızı zannettikçe hep uzaklaşandı; ulaşılması zor, varılması imkansız... Bu koşunun hiçbir galibi yoktu aslında. Amaçsız bir koşunun ruhumuza atılan çelmeleriyle şuursuz bir yuvarlanışı içinde ne yaptığımızı fark ettiğimizde, varılan en son yerin bizim aradığımızdan, amacımızdan çok çok uzak olduğunu bin pişmanlıkla gördük. Ve geri dönüşlerin önünde aşılması mümkün olmayan duvarların yükselişi dilimizde sadece alevden “keşke”ler olarak kaldı. Eskinin kokusu İçimizde bir yerlerde saklı duran ve zaman zaman kendini bir sızıyla hissettiren yaranın, tül hafifliğindeki hatıralar merhemi de olmasa… Uzun yolculuklarımızda bir mola, bir nefeslik soluklandığımız bir çınar gölgesi midir hatıralar? Yoksa kaybettiğimiz değerlerin, geçmişten esen sam yeliyle içimize dolan pişmanlık dikenlerini ruhumuza batırarak yürüdüğümüz bir çöl mü? Belki her ikisi de... Elimize tutuşturulmuş hata sevap defteri gibi. Şimdi o çınar gölgesinden geçen rüzgârların serin ve şefkatli eli değiyor altında oturanlara. O rüzgâr, serinliğinde taşıdığı eski bir kokuyla yayılıyor dört bir yana. O rüzgârda; komşu kapısından içeriye dolan bir tas çorbanın, bir hasta ziyareti için saatlerce yürünerek alından sızan terlerin silinip yine cebe konulan mendilin, gördüğü bir acıyı eliyle, diliyle dindirmeye çalışmanın verdiği huzurun, tebessüm sıcaklığı ile alınıp verilen selam çiçeğinin… velhasıl bütün güzelliklerin kokusu saklı. Ve o rüzgârın sesinden, saadetler asrının ve sonrasında devam eden bütün güzel hasletlerin gün be gün yitişine karşı yakılan bir ağıtın hüzünlü inleyişi; aynı zamanda ümitlerin her mevsim tomurcuğa durduğuna ve hiçbir zaman solmayacağına dair de bir inancın muştulu haberi duyulmakta.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy