Aramak

“Global Köy” Oyununda Perde Kapanıyor

“Global Köy” Oyununda Perde Kapanıyor

Bizim neslin zihninde yer eden en temel kavramlardan biri “küreselleşme”. Dünyada artık sınırların öneminin kalmadığına; siyasî, ekonomik, kültürel olarak artık tek tipleşmiş bir dünyada yaşayacağımıza, bu sürecin insanlığın mutlak kaderi olduğuna ikna edildik.

Kanadalı yazar Marshall McLuhann’ın 1960’lı yıllarda ortaya attığı küreselleşme düşüncesi, dünyayı uzunca bir süredir etkisi altına almış durumda. 1970’lerde fikirleri hayli tartışılsa da, özellikle internet ve medya alanındaki öngörüleri tek tek gerçekleşen McLuhan, “Küresel köyde yaşıyoruz ve sayımız durmadan artıyor” cümlesiyle sürecin oldukça hızlı bir şekilde ilerleyeceğine işaret ediyordu. Teknolojinin geldiği ve yakın gelecekte varacağı tahmin edilen seviye, onun “sadece insanların kullandığı bir icat olmadığını, aksine yeni bir insan tipini icat ettiğini” vurgulayan Mcluhan’ı haklı çıkardı. Gerçekten de dünya hiç de alışık olmadığı kadar iletişim araçlarının etkisine maruz kalmış, uzaklar yakın olmuş, insanlık istediği bilgiye anında erişip, süratle başka kültürlerin, siyasetlerin, ekonomilerin nesnesine dönüşüvermişti.

Toplumları ayrıştıran yaşayış biçimleri, gelenekler ve inançlar geri plana itilmiş, teknoloji alanında kim güçlüyse kitleler oraya doğru kanalize olmaya başlamıştı. Sosyal bilimciler, siyasetçiler, âkil adamlar olan bitene çareler aramış ve fakat dev bir kar kütlesine dönüşen küreselleşme sürecinin önüne geçmenin imkansız olduğuna kanaat getirmişlerdi. Artık neredeyse sınırlar kalkacak ve egemenlerin dilediği gibi bir düzen kurulacaktı.

Hayaller hakikatle yüzleşirse

Özellikle 1990’larla birlikte iyiden iyiye kendisini hissettirmeye başlayan küresel emperyalist düzen, “Global Köy” tanımının gerçeğin ta kendisi olduğuna neredeyse bütün insanlığı inandırmıştı. Böylece komünizmin çökmesiyle rakipsiz kalan ve dünyayı tek başına yöneteceğini zanneden Amerika Birleşik Devletleri (ABD) bütün unsurlarıyla gücü elinde bulundurduğu için kurguladığı sistemi ilelebet kusursuzca sürdürebileceğine ikna olmuştu.

Ancak, 2000’li yılların başından itibaren peş peşe vuku bulan 11 Eylül saldırıları, Irak’ın işgali, Mortgage Krizi gibi hadiseler, asla devrilemeyeceği düşünülen “küresel köyün muhtarı”nı ekonomik, siyasî ve sosyolojik anlamda sarsıntıya uğrattı. Yerkürenin diğer tarafında sessiz sedasız büyüyen “alternatif güçler” de sarsıntıyı pekiştirdi.

2010’un ardından da vekalet savaşlarıyla önce Soğuk Savaş atmosferine, peşi sıra da diplomatik savaşların yaşandığı döneme girildi. Irak’ta, Suriye’de istediğini alamayan, İsrail’e verdiği açık ya da örtülü destekle tepkileri üzerine çeken, Sovyetler Birliği’ne karşı kullandığı Afganistan’ı “kontrol altında tutmak” için insanlara neredeyse nefes aldırmayan ve her canını sıkanı terörist ilan eden ABD, artık meşru bir zeminde yaptıklarını izah edecek makul gerekçeler bulamıyor. Koronavirüs salgınının neticesi de acı bir tablo olarak ortada duruyor. Aynı vaziyet hiç kuşkusuz bu sisteme ortak olan ya da ondan nemalanan diğer devletler için de geçerli.

Yıkılan heykellerin yenileri dikilecek mi?

Geçen Mayıs ayında The Economist Dergisi “Güle güle Küreselleşme: Kendine Yeterliliğin Tehlikeli Cazibesi” başlığı ile yayınlandı. Bu ifadeleri yeni döneme ilişkin önemli bir mesaj olarak okumak gerekir. Sekiz milyara yakın insana çeşitli iletişim kanalları üzerinden, kimi zaman da zorla kendi dilini, kültürünü, inancını, değer yargılarını dayatan ve böylece herkesi kendine bağlayarak inşa ettiği büyük köyün ağalığına soyunan zihniyet için yolun sonu geldi.

Belçika’da, Afrika’daki Kongo’yu kendi mülkü ilan ederek on milyon Kongoluyu gözünü kırpmadan öldüren Leopold’ün; İngiltere Bristol’de köle taciri Edward Colston’ın; ABD’de Avrupa kolonyalizminin kapısını aralayan Cenovalı korsan Christoph Colomb’un heykellerinin yıkılması, dönüşümün ayak sesleri olarak yorumlanmalı. Yüzlerce yıl önce başlayan, 1850’lerden itibaren sistematik hale gelen, 1950’ler itibariyle de akademik ve entelektüel kılıf giydirilerek pazarlanan kapitalizm ile onun türevi olan küreselleşme oyununda perdeler yavaş yavaş kapanıyor.

Senaryonun aynı olacağı, yalnızca aktörlerin değişeceği iddialarını da dikkate almak lazım elbette. İleride insanoğlu ne gibi sürprizlerle karşılaşacak, yıkılan heykellerin yerine yenileri dikilecek mi, bekleyip göreceğiz. Fakat gelecek günlerin kritik kavramı, The Economist’in kapağında da vurgulandığı gibi “kendi kendine yetme” olacak. Üretimleri ihtiyaçlarını karşılayabilen devletler dimdik ayakta kalacak. Başkalarının kaynaklarına el koyup onları yoksullaştırarak zenginleşenler, “gölgesini satamadığı ağacı bile kesenler”, Bauman’ın deyişiyle “sermayenin karakolu” haline gelenler ise tarihin tozlu sayfalarındaki yerlerini alacak.

Kısaca, tarih bir kez daha dönüşüyor, yeni bir dünyanın ayak sesleri çok güçlü bir şekilde duyuluyor.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy