Öyle bir çağda yaşıyoruz ki bireyler, aileler, milletler yorgun. Neredeyse herkes yorgun. İnsanların hem bedenleri yorgun hem gönülleri... Vücut dinlendirilince beden yorgunluğu geçip gidiyor. Peki ya gönül yorgunluğu nasıl geçer? Dinlenmeyle biter mi? İnsan beden ve ruh sağlığıyla gününü ve ömrünü yaşanabilir kılmalıdır. “Ömür” ile “imar ve tamir” aynı köktendir. Çünkü ömür, imar ve tamir ile yaşanabilir hale gelir. Önce evi imar eder, sonra bir yerinde sorun olursa tamir ederiz. Ev veya eşyayı imar ve tamir ediyoruz da gönlümüzün de imara ve tamire ihtiyaç duyduğunu çoğu zaman unutuyoruz. Bedende bir sorun olduğunda hastaneye gidiyoruz. Fakat ruhumuzun yorgunluğundan kaynaklanan hastalıklara eğilmiyoruz, tedavisi için gerekli meclislerde bulunmuyoruz, lazım olanları yerine getirmiyoruz. Hastalıkların başı Esasen hastalıklar, özellikle de ruhî rahatsızlıklar kalpte başlıyor, kalp arıza verince beden de hastalanıyor. Gönül yorulunca beden de yoruluyor. Baş eğiliyor, nefesler değişiyor. Hayat çekilmezmiş gibi oluyor. Kişi çalışırken çalışamaz, otururken rahat edemez oluyor. Çünkü asıl yorgun olan beden değil, gönül. Beden yorgunluğu dinlenince geçiyor. Fakat yorulmuş bir gönül... O hemen dinlenmiyor. Gönül yorgunluğu uyutmuyor ki uyuyunca geçsin. Hasta olunca tedaviyi hemen bedende arıyor insan, köke inmiyor. Bedene ilaç alıyor, ruhun ilacını ihmal ediyor. Daha kötüsü, bu gönül hastalığı giderek yaygınlaşıyor. Anadolu’da depresyona “gönül yorgunluğu” denir. Bu hastalığa yakalananlar heves kaybı, hayattan bıkma ve ümitsizlik girdabına düşüyor. Mutsuz, yorgun, kırgın, dargın, bitkin ve keyifsiz insanlar, “Enerjim kalmadı, pilim bitti” sitemleri ile hayata küskün halde doğruca doktor kapılarına koşuyorlar. Oysa bedenler değil, ruhlar ve gönüller hasta. İnsanlar mutsuz. Çünkü içi buruk, gönlü yıpranmış. İşte bu durum tam bir gönül yorgunluğudur. Bu yorgunluk, vücut yorgunluğundan daha yıpratıcı bir rahatsızlıktır. Halbuki her fırsatta hastaneye, eczaneye koşan gönül hastaları işin aslına, maneviyat hekimlerine yönelmelidir. İnsanlar ömürlerini ve gönüllerini tamir hususunda gönül erbabına başvurmalıdır. Huzura ihtiyacı olan yogaya değil, tahiyyata oturmalıdır. Kişinin virdi olmalıdır. Tesbihi eline almalı “Allah, Allah” diye dilini bağlamalıdır. Rabbimiz, Ra’d suresi 28. ayet-i kerimesinde mealen, “Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” buyuruyor. Gönüllerin ancak zikirle ferahlık bulacağı unutulmamalıdır. “Halvet der encümen” prensibinde olduğu gibi kalabalıklar içinde bile her daim Yüce Allah’ı zikredilebilmelidir. Toplumsal bağları koparmadan da Cenab-ı Hakk’ın zikredileceğine Mekke ve Medine en büyük şahittir. Gönül ehlinin kapısı Cehennemden kurtulmak ve cennete kavuşmak isteyen herkes gönül kirliliğinden kurtulmalı, böylece gönlünü ferahlandırmalı, bunun için de gönül erbabının kapısını çalmalıdır. Beden istirahatte, gönül de erenlerin dergâhında dinlenir. Tarihte de böyledir. Nice asırlar dergâha cimri giren cömert çıkar, ham gelen pişmiş giderdi. Gönlü kırıklar ilahî aşkla tedavi edilirdi. Tasavvuf erbabı gönül erbabı olarak gönüllere merhem olurdu. Şimdi ise insanlar gönül yetimi oldu. Gönül tedavisi ihmal edildi. Halbuki gönül dediğimiz kalptir; iman yeridir. Gönül kapısı Allah dostlarının kapısıdır ve daima açıktır. Bu kapıdan kirli giren temiz çıkar. Günahkâr gelen, tövbekâr gider. Gönlü hasta giren afiyete kavuşur. Gönül yorgunları bu kapıda yaşama sevincine kavuşur. Dargın barışır, çılgın yatışır, şuursuz uyanır. Görünen ve görünmeyen kirler sûfîlerin ve sâlihlerin yanında temizlenir. Evet; maddî manevî hastalıklardan korunmak için temizliğe dikkat edilmelidir. Temizliğe de önce kalplerden başlamalıdır. Nifaktan, şirkten, inkârdan, vesveseden, art niyetlerden, hasetten ve fesattan temizlenmelidir. Sonra dil yalandan, iftiradan, zandan, kötü sözlerden, kırıcı konuşmalardan yıkanmalıdır. Zihinler bid’atlerden, istikamete uymayan yanlış fikirlerden kurtulmalıdır. Gönlü temizlemek için Gönül temizliği için belli şartlar vardır. Bunların başında tevbe gelir. Tevbe, şeytanın yolundan Allah Tealâ’nın tertemiz yoluna yönelmektir. Gönül temizliğinden maksat, onu kirlerden tevbeyle temizledikten sonra ilahî muhabbetle doldurmaktır. Cenab-ı Hakk’ı sevmenin alameti O’nu anmaktır. Yatsıdan sonra seccadesini serip dua eden Rabia Adeviyye kuddise sırruhâ gibi, “Herkesin kapısı kapalı, senin kapın açık. Herkes sevdiğiyle beraber, ben de seninle beraberim Allahım...” diyebilmektir. Sevgiye hasret kaldığımız şu asırda gönül yorgunluğunu dindirecek bir diğer önemli konu, menfaatsiz din kardeşliğidir. Çünkü kardeşini Allah için seven ona kırılmaz, onu kırmaz. Tasavvuf yâr olup bâr olmamaktır. Yani yük çekmek ama yük olmamaktır. Gönlü temizlemenin bir diğer yolu sıla-ı rahim ve Allah dostlarını ziyarettir. Çünkü gönül erbabını ziyaret gönlü dinlendirir, temizler ve arındırır. Kur’an-ı Kerim okumak ve dinlemek gönlü temizleyen ve dinlendiren çok kıymetli bir şifa kaynağıdır. Kur’an okumak demek, okuyup zıddına göre yaşamak değildir. Kişinin hem Hucurât suresini okuyup hem de gıybet etmesi, kötü zanda bulunması, tecessüs etmesi uygun olur mu? Unutmayalım ki okuduğumuz Kur’an kiminden şikâyetçidir, kimine ise şefaatçi... Evin gönlü nerede? Gönül temizliği ve tedavisi için Allah ve Rasulü’nün sevgisi de dilde değil hayatımızda olmalıdır. Tıpkı Ashab-ı Kiram ve Allah dostlarının yaptığı gibi... Fakat günümüzde insanlar Allah ve Rasulü’nün sevgisinden mahrum. Hatta birbirlerini sevmekten de mahrum; birbirlerine dargın. Ne Cenab-ı Hak ile ne de insanlarla aramız iyi. Dahası, günümüzde çoğu ailelerin gönülleri bile birbirine kırık. Eşlerde de yorgunluk ve dargınlıklar artıyor. Güven yıkık. İnsan güven olmayan yerde rahat olabilir mi? Eşler birbirine güvenmezse o evde huzurlu olunur mu? Paramıza, malımıza mülkümüze olan güveni ne yazık ki bazen sevdiklerimize veremiyoruz. Oysa eşler gönül almayı unutmamalı; konuşmayı, kaynaşmayı bilmeli ve belki de en önemlisi birbirlerine sevdiklerini söylemeliler. “Usve-i hasene” yani “en güzel örnek” olan Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselam, eşi Hz. Âişe radıyallahu anhâya, “Seni kördüğüm gibi seviyorum.” derdi. Yıllar sonra bile birbirlerini ilk günkü gibi severlerdi. Çocuğunun, torununun, eşinin, ashabının kısaca herkesin gönlünü alan bir peygamberin ümmetiyiz. Biz de benzer bir sevgi ve güveni inşa edebilmeliyiz. Eşler birbirine karşı güvenilir olmak zorundalar. Müslümanlar daima, herkese karşı güvenilir olmak mecburiyetindedir. Çünkü “Muhammedü’l-Emîn” olan Peygamberimiz sallallahu aleyhi veselleme “Ruhu’l-Emîn” olan Cebrail aleyhisselam “Beledü’l- Emîn” olan Mekke’de Kur’an-ı Kerim’i indirdi. Niçin? İnsanlar güvenilir mümin olsunlar diye... Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselam da bir hadis-i şeriflerinde mümini ve müslümanı şöyle tarif eder: “Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir. Mümin de insanların canlarının ve mallarının kendisinden güvende olduğu kişidir.” (Tirmizî, İman12) Önceleri erkek nazik, kadın da nazenindi. Sonradan erkek evde kabalaştı, dışarıda nazik görünmeye çalıştı. Dışarıya centilmen, içeriye sert ve bağırgan hale dönüştü. Kadın evde pejmürde, dışarıda derli toplu oldu. Dışarıya süslü, içeriye paspal oldu. Bugün eşlerin çoğu kahvaltıyı dışarıda yapıyor, yemeklerini restoranlarda yiyor. Misafirlere dışarıda ikram ediliyor. Dost, akraba evde değil, kafelerde ağırlanıyor. Evler otel gibi kullanılıyor. Kısaca günümüzde her şey dışarıya göre ayarlandı. Ev ihmale uğradı. Güler yüz sadakadır. Tebessümü sadaka olarak ifade eden bir peygamberimiz var. Tebessümün ibadet olduğu dinimiz var. Fakat bu tebessüm bugün nerede? Çevremizde yaşlı çok ama başımızda büyüğümüz yok. Ailelerde kimse kimseyi dinlemiyor. İnsanlarda hürmet ve muhabbet sadece telefon mesajlarında görülüyor. Toplumda huzur yok. Çünkü huzurun bir bedeli var ve kimse bu bedeli ödemek istemiyor. Huzurun bedeli yumuşaklıktır, tevazudur, alttan almaktır. Huzur kavgada değil barıştadır. Bütün bunlar gönül temizliğiyle, gönül erbabıyla kazanılır. Yanlış aşı tutmaz Hâlihazırda insanlar arası anlaşmazlıklarda “ölene tabut, öldürene zabıt” tercih edilmekte, sulh yolu terk edilmektedir. Aileler kavgalı, kardeşler kavgalı, müminler kavgalı... “Sen deme ben diyeyim, sen yeme ben yiyeyim, sen değil ben büyüğüm” kavgası!.. Asıl düşmanla, nefs ve şeytanla kaç kişi kavgalı? Devletin ve milletin bekası için ailemizi, çocuklarımızı, yakınlarımızı korumalı, kurtarmalıyız. Onları gönlü bozuklardan uzak tutmalıyız. Birlikte olduğumuz kişilere ve dostlarımıza dikkat etmeliyiz. Bugün huzur bulamayanlar huzuru yogada aramaya çalışıyorlar. Müslümanların çocukları deizme, Budizm’e özeniyor. Çocuğumuz namaz kılmazsa, huzuru doğru yerde aramazsa sonunda kötü düşüncelere, fikirlere saplanır, menfaati dünyada arar. Bugün her şey madde ile değerlendiriliyor. Bedene değer veriliyor. Gönül ihmal ediliyor. Herkes maddeye bakıyor. Manaya bakanlar azaldıkça azalıyor. Oysa dünyaya dünya kadar, ahirete de ahiret kadar değer verilmelidir. Günümüzde maddi bakımdan ileri görülen toplumların insanî ve vicdanî bir değeri var mı? Maalesef günümüzde medeniyet, kültür ve eğitim denilince, Batı medeniyeti, Avrupa kültürü akla getiriliyor. Teknolojinin medeniyet olmadığını bugün Batı geç de olsa anlamıştır. Çünkü teknolojide zirveye ulaşan Batı, gönül dünyası başta olmak üzere insanların harap olmasının başlıca müsebbibi konumundadır. Bombalarla nice evleri, ocakları, ülkeleri yıktılar. Bugün Batı’ya özenenler de aynı tahribatı yaşıyor. Üstelik ne acıdır ki bir yanda gönüllerinde Batı sevgisi, diğer tarafta evlatlarının onlar gibi ahlâksız, vicdansız ve zalim olmaması için gösterdikleri çabalar... Her kök, her ağaçtan aşı kabul etmez. Bir medeniyet ruhen kendisine yabancı olan kültürle aşılanmaya çalışılırsa tutmaz. Her medeniyet kendi kültürüne göre kendi insan tipini yetiştirir. Bizim medeniyetimiz Kur’an ve Sünnet medeniyetidir. Bizim kültürümüz İslâm kültürüdür; Kur’an ve Sünnet kültürüdür. Ecdadımızın bu temeller üzerinde yükselttiği Selçuklu ve Osmanlı kültürüdür. Bizim medeniyetimiz ilim ve irfan medeniyetidir, gönül medeniyetidir. Gönül erbabının merhameti ve şefkati bütün sevdaların üstündedir. Çünkü onlar kendilerini Cenab-ı Hakk’a adayan diğergâm dervişlerdir, muhabbetli sûfîlerdir. Toplumları mutluluğa ulaştıracak, huzura kavuşturacak, kurtuluşa çıkaracak olanlar Kur’an ve Sünnet kültürüyle yoğrulanlardır. Tasavvufî hikmetlerle kemale eren maneviyat erbabı, Allah dostlarıdır. Allah dostlarının kapısı gönül kapısıdır. Bu kapı iman, ibadet ve ahlâk kapısıdır. Bu kapı şeriat, hakikat ve tarikat kapısıdır. Hayırla gelen hayırla gider. Art niyetle gelen bile dua alarak çıkar bu kapıdan. İmansız giren imanla, namazsız giren namazla, huzursuz giren huzurla, ahlâksız giren ahlâkla çıkar. Böyle kapılara her zaman ihtiyaç vardır. Dünya ve içindekiler insanı kuşatıyor. İnsan tek başına yaşayamıyor. Arkadaşından etkileniyor, çevreye ihtiyaç duyuyor. Fakat bu ihtiyaç hali bazen insanı yanlışa düşürebiliyor. Doğru yerde giderilmezse gönül yorgunluğunu dindirmek bir yana artırabiliyor; gönül kirini temizlemek şöyle dursun daha da kirletebiliyor. Günümüzde gönüllerin çoğu berrak su gibiyken bataklık gibi oldu. Haset, kin, gıybet gibi kirlerle bulandı. Bardağımızın tabağımızın dışını ne kadar süslersek süsleyelim içindekiler kirli olursa yenilir içilir mi? Ambalaj ne kadar güzel olursa olsun içindeki bozuk olursa ne değeri olabilir? Dış görünüş beden ne kadar süslenirse süslensin, hatta ulema kisvesi giydirilsin, gönül kirli ve bozuk ise değeri olur mu? Neyi kaybettik, nerede buluruz? Asrımızda pek çok imkânı elde ettik belki ama insanı kaybettik. Gönüllere dokunmayı ihmal ettik. Çok şey yaptık ama gönül kırdık. Para kazandık ama çocukları kaybettik. Lüks evler inşa ettik, içlerini güzelce süsledik fakat evimize gelecek insanları yitirdik. Ağırlayacak dost akraba bulamaz hale geldik. Niçin? Kırılan gönüller kapıyı çalar mı? Anadolu irfanında gönül alınır, günah alınmazdı. Şimdi günah alınıyor, gönül alınmıyor; kırılıyor. Derviş ahlâkı gönül hastalıklarının ilacıdır. Anadolu irfanı günümüzün zor zamanlarını aşmaya vesile olacaktır. Anadolu insanı hep şükreder, dilinden tevbe ve istiğfarı bırakmazdı. Artık günahlarla gönlü yorgun olanlar ve nice gönülleri hatalara düşürüp yoranlar, kendilerine, “günah almayı bırak, gönül almaya bak” demelidir. Düşmanlarını bile affeden Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin ümmeti olarak gıybetle, kinle, intikamla günah almayı bırakmalı; afla, ikramla gönül almaya bakmalıdır. İçi boş sözler, iddialar, tartışmalar, bana göreler, şüpheler ve cevap yetiştirmeler değil; Kur’an ve Sünnet’e göre muhabbet inşa edilmelidir. Allah dostları darlık ve yokluk gibi zor zamanlarda bunalan gönüllere teselli kaynağı olmuşlardır. Her zaman insanların irşadı için çalışmışlar, gönüller kazanmışlardır. Gönül yıkmamışlar, nice bitkin gönülleri kapılarında canlandırmışlardır. Gönül erleri hiçlik ruhuyla benlikten uzak yaşamışlar, nefsleri ıslaha çabalamışlardır. Onlar yoklukta bile nice manevi zaferlere eriştiler. Böyle yapmasalardı gönül sultanı olabilirler miydi? Gönül erbabı gönülleri tevazu ile kazandı. Tevazuyu aşıladılar, kibirden uzak durdular. Bu tevazu hali ile kardeşliği inşa edip güçlendirdiler. Hz. Mevlâna kuddise sırruhû demiştir ki: “Tevazu ve mahviyette toprak gibi ol. Kılıç, boynu olanın boynunu keser. Gölge, yerlere döşenmiş olduğundan hiçbir kılıç darbesi onu yaralamaya muvaffak olamaz.” Gönül erbabı dünya için değil, Allah Tealâ için yorulur. Arz-ı endamı değil arz-ı hâli tercih ederler. Gösterişten uzak dururlar. Makam ve mevki hırsına yenilmezler. Dünya için değil, Allah için “Allah” derler. Tarih boyunca İslam âlemi ve cennet vatanımız en buhranlı günlerden işte böyle değerli gönül erleri sayesinde çıkabilmiştir. Günümüzde de sıkıntı ve buhranları aşabilmek için gönül ehli kimseleri bulmalıyız, onlarla beraber bulunmalıyız. Müslümanın gönül coğrafyasında gönüllerini dergâh haline getirebilenler ve bütün mahlûkata Hâlık’ın nazarıyla bakabilenler gönüllere şifa sunarlar. Özellikle zulümlerle, savaşlarla matem yeri haline dönüştürülen İslâm âlemi Anadolu irfanına, gönül sultanlarına her zamankinden fazla muhtaçtır. Gönül yorgunlarının tedavisi, insanlığın irşadı için gayret eden sâlihlerin gönlüne girebilmek ve onların kalbine dokunabilmekle mümkündür. Kendisini akılcı olarak nitelemesine rağmen Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın gönül erbabı ile ilgili aşağıdaki ifadeleri dikkate şayandır: “Hıristiyanları İslâmiyet’i kabule sevk edenler fıkıh ve kelâm âlimlerinin görüşleri değil, Hz. Mevlâna ve emsali sûfîlerdir. Nitekim önceki asırlarda olduğu gibi en azından Avrupa ve Afrika’da İslâm’a hizmet edecek olan ne kılıç ne de akıldır. Fakat kalptir, gönüldür yani tasavvuftur.”