Aramak

Gül-Deste

Peygambere Vâris Olan Kim?

Dinimiz, şer’î ilimleri öğrenen ve öğretenlere, âlimlere ayrı bir değer vermiştir. Pek çok ayet-i kerime ve hadis-i şerifte böyle kimselerin faziletinden ve üstünlüğünden bahsedilmiştir.

İlmiyle âmil, ahlâk-ı hamîde ile müzeyyen âlimlerin nebevî ilimden zâhirî ve bâtınî anlamda beslendiklerini ifade eden İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû Mektûbât’ında şöyle der:

Bir hadis-i şerifte buyrulmuştur ki: “Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” (Ebu Davud, İlim 1; Tirmizî, İlim 19; İbn Mâce, Mukaddime 17)

Peygamberlerden bizlere iki türlü ilim gelmiştir. Bunlardan birincisi dinin hükümleriyle ilgili, ikincisi de sırlarla ilgili ilimdir. Peygamberlerden gelen ilmin gerçek vârisleri, bunlardan sadece birinden değil, her iki ilimden de nasibi olan kimselerdir. Sadece birinden pay sahibi olmak vâris olmaya ters düşer. Çünkü vâris demek, miras bırakan kimsenin her türlü mirasına vâris olan kimse demektir. Bir kısmına mirasçı olup, diğerine olmamak olmaz.

Mirasın bir bölümünde pay sahibi olana mirasçı değil, alacaklı denir. O da miras üzerinde alacaklı olduğu kadar hak iddia eder.

Efendimiz aleyhissalâtu vesselam başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:

“Ümmetimin âlimleri İsrailoğulları’nın peygamberleri gibidir.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 4/384; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, nr. 1744; Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, 8/302; 9/224; 13/394)

Bu hadis-i şeriflerde bildirilen âlimlerden maksat, mirastan hakları kadarını alma yetkisine sahip alacaklılar sınıfına dâhil olanlar değil, gerçekten mirasçı olan âlimlerdir. Vâris demek, akrabalık ve aynı soydan gelme sebebine dayalı olarak, miras bırakan kimse gibi olmak demektir. Oysa alacaklı olan kişinin durumu farklıdır; böyle bir ilişkiye sahip değildir.

Öyleyse vâris olamayan, gerçek anlamda âlim de olamaz. Böylelerinin ilmi sınırlıdır. Gerçek âlim, ancak vâris olabilen ve her iki ilimden de tam olarak payını alanlara denilebilir.

Yaratılmışların en üstünü olan peygamberler insanları hep şeriata çağırmışlar ve kurtuluşun kaynağı olarak şeriatı duyurmuşlardır. Bu büyük peygamberlerin gönderilmesindeki gaye şeriatlarını bildirmektir.

O halde en büyük hayır şeriatı yüceltme ve onun herhangi bir hükmünü ayağa kaldırmak için çalışmaktır. Özellikle İslâmî şiarların yıkıldığı günümüzde bunun değeri çok daha fazladır. O kadar ki, Allah yolunda harcanan binlerce altın dahi bir tane şer’î meseleyi yüceltmek kadar değerli olamaz. Zira bu yüceltme çabasında, yaratılmışların en üstünü olan Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselamın izini takip etmek ve büyük peygamberlerin mücadelelerine ortak olmak söz konusudur.

Şurası bilinen bir husustur ki, iyiliklerin en büyüğü peygamberlere aittir. Bazı kişilere Allah yolunda binlerce altın harcamak nasip olmuştur. Ayrıca şeriatı ayağa kaldırma ve onun hükümlerine uymada bazen nefse muhalefet etmenin zorluğu da söz konusudur. Şu var ki, eğer o binlerce altın da şeriatı yüceltmek amacıyla harcandıysa onun da fazileti çok yüksektir. Hatta bu niyetle bir kuruş bile harcamak başka niyetlerle harcanan binlerce altına denktir.

Zaman Bozulunca

Abdurrahman-ı Tâhî kuddise sırruhû halifesi Molla Abdülkadir’e yazdığı bir mektubunda zamanın fitnelerinden korunmak gerektiği hususunda şunları kaleme almıştır:

Bu zamanda, Allah Tealâ’dan doğru yolu bilmeyi istemek, kötü işlere kalben nefret beslemekle yetinmelidir. Çünkü bu zamanın insanı doğru yolu gördüğü halde onu yol edinmiyor. Kötü yolu gördüğünde ise onu yol ediniyor. Bir kısım ilim sahipleri ise kendi elleri ile yazdıklarını üç beş kuruşa satmak için, “Bu iş Allah katındandır” diyorlar.

Seçkin kişilerin (havassın) maksadı dünya, sıradan kişilerin (avamın) maksadı da nefsi olunca, size ve bana dalâlete düşüren şeylerden uzak durmak düşer. Ayrıca dalâlet ehlinden olmamak için Cenab-ı Hakk’a yalvarmak ve sâdât-ı kiramın rabıtası ile istimdat isteyerek, “Ya Rabbi, bizi hidayete ulaştırdıktan sonra kalplerimizi kaydırma” (Âl-i İmrân 8) demek gerekir. “Dünya az bir metadır, ahiret ise daha hayırlı ve bâkidir” (bk. Nisâ 77; A‘lâ 17) diyerek kendini beğenme, riya, gösteriş ve dünyaya arpa tanesi kadar da olsa bir an meyletmemek lazım gelir.

Vallahi dünyaya meyleden insan, Yüce Mevlâ’nın sevgisinden uzaklaşır.

Ey Allah için sevdiğim kıymetli kardeşim!

Hoca Masum, talebelerinden birine şöyle yazmıştır:

“Kalbini her iki âlemin isteklerinden temizleyip sırf Âlemlerin Rabbi olan Allah’a yönel. Böyle yap ki kalbin parlasın ve tâbi olduğun zata hakkıyla bağlanasın.”

Kavuşmaktan ve ayrılmaktan hüzünle bahset ki kardeşler de içinde bulundukları kötü hallerine üzülsünler. Şunu bil ki, eğer senin kalbinde ilahî aşk alevlenirse vallahi kardeşlerin kalplerinde de alevlenir. Çünkü onlar senden etkilenir.

Önceki ve sonraki büyüklerin yolundan gitmek ve kurtuluş istiyorsan, münkirler ona iftira ederken sen tâbi olduğun zatın muhabbetiyle meşgul ol. Münkirlerden bahsedip dilini kirletme. Onların sözlerini dinleme, yaptıklarına bakma. Halvette kalıp zikirle meşgul ol. Korku ipine yapışıp muhabbet ve şevk ile rabıta yap, tefekkürde bulun. Halvetten çıkınca kardeşlerle beraber büyüklerin sohbetlerini yap.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy