Hayırlı Ömür, Güzel Amel
Şeyh Alâeddin Haznevî kuddise sırruhû, mürşidi Muhammed Diyâuddin kuddise sırruhû vefatından önce hasta haldeyken kendisinde meydana gelen bazı halleri şöyle nakletmiştir: Muhammed Diyâüddin kuddise sırruhû vefatından yaklaşık yedi ay kadar önce, Zirnâçur’da hastalandı. O hasta haliyle köyün misafirhanesi olan çardağa geldi.
Zorlanarak oturduktan sonra, “Bundan sonraki hayatımda ne bir hayır ne de bir rahatlık kaldı. Çünkü artık çoğu zaman hasta haldeyim.” dedi. Bunun üzerine kendisine âcizane, “Allah göstermesin! Biz Allah Tealâ’dan ömrünüzü uzun kılmasını istiyoruz.” dedim. O da bana, “O halde, ‘Ya Rabbi! Afiyetle birlikte uzun ömürler ver’ diye dua edin.” dedi. Bunun üzerine ben, “Efendim, biz zaten hep afiyetle birlikte ömür sürmeniz için dua ediyoruz. Şimdi kısaca öyle söyleyiverdim.” dedim.
Yine Şeyh Alâeddin Haznevî şöyle anlatır: Muhammed Diyâüddin kuddise sırruhû vefat edeceği yıl ölümü daha çok anmaya ve sohbet meclislerinde ölüm hakkında konuşmalar yapmaya başlamıştı. Oysa onun böyle bir âdeti yoktu. Aksine önceki sohbetlerinde daha çok muhabbetten ve onu elde etmenin yollarından, din ve dünya ehlinin büyüklerinden yani peygamberlerin, meşâyih-i kirâmın (büyük mürşidlerin) ve devlet adamlarının hallerinden, onların vefatlarından bahseder, sonra da; “Bu akıbetten yani ölümden kimse kurtulamaz. Kişi için en önemli şey, ahiretine yönelik yaptığı amellerdir.” derdi.
Son Nasihatler
Şeyh Alâeddin Haznevî kuddise sırruhû, Muhammed Diyâüddin kuddise sırruhûnun vefatından önce hastalığının meşakkatlerine rağmen bütün gayretiyle irşad ile meşgul olduğunu şöyle anlatır:
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem vefat edeceği sene insanlara sık sık dinleriyle ilgili meselelerde kimi zaman teşvik edici kimi zaman da korkutucu hutbeler verirdi. Rastgeldiği her insan topluluğuna tavsiyelerde bulunur ve onlarla vedalaşırdı. İşte Muhammed Diyâüddin hazretleri de kuddise sırruhû aynı Peygamber Efendimiz gibi vefat edeceği yıl, dinin emirlerinin ve tarikat âdabının bütün müridlerince, özellikle de kendi ailesi ile yüksek eşiklerinde barınan ihlâslı müridleri tarafından yerine getirilmesine çok titizlik gösteriyordu. Onları bu konuda sürekli teşvik ediyor, dinin emirlerine ve tarikatın edeplerine aykırı bir iş yapmalarına olanca gücü ile engel oluyordu.
Allah’a hamdolsun ki gayret ve çabaları netice verdi. Şerefli nefesleri çevre köyleri, hatta çok uzak beldeleri bile etkiler oldu. Çünkü o yıl özellikle de Muhammed Diyâüddin kuddise sırruhûnun vefatından sonra insanlar arasında dine tam bir bağlılık ve uyanış baş gösterdi. Muhammed Diyâüddin kuddise sırruhû aynı yıl o yüce sohbet meclislerinde çoğu zaman şöyle derdi: “En pahalı mücevherlerden daha kıymetli ve kibrît-i ahmer gibi olan Nakşibendî tarikatının nisbeti şu yöreden kalkmadan onu elde etme gayreti içinde olun. Aksi halde Mevlânâ Halid kuddise sırruhû gibisi bulunmaz ki Hindistan’a gidip bu yüce nisbeti tekrardan alıp getirsin.”
Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem irtihal edeceği yıl ahiret işlerine çok fazla ağırlık vermeye başlamıştı. O yıl Ramazan ayında Kur’an-ı Kerim’i Cebrâil aleyhisselama iki defa arz etmiş, Ramazanın son yirmi gününü de itikâfta geçirmişti. Oysa Rasul-i Ekrem Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem her sene Ramazan ayının son on gününde itikâfa girer ve Kur’an-ı Kerim’i yılda sadece bir defa Cebrâil aleyhisselama arz ederdi.
İşte Muhammed Diyâüddin kuddise sırruhû da tıpkı Rasulullah Efendimiz gibi vefat edeceği yıl dinin emirlerini vaktinde yerine getirmeye ve tarikat edeplerine uymaya daha fazla önem gösterir olmuştu. Gününün çoğunu Kur’an-ı Kerim okuyarak ve zikrederek geçirirdi. Hatm-i hâcegân ve genel toplantılara mutlaka katılırdı. Sohbet meclislerini de terk etmezdi. Teveccühü sadece özel günlerde değil, istek üzerine hemen her gün yapardı.
Oysa Muhammed Diyâüddin kuddise sırruhû o yıl sürekli hastalanıyordu. O nedenle bütün bunları birilerinin yardımı ile güçlükle yerine getirmekteydi. Buna rağmen tevbe edip tarikata girenler olabilir ümidiyle kendisini köylerine çağıranların davetlerini onca meşakkate katlanarak kabul ediyordu. Yine o sene gerekli olmadıkça yanında dünya kelâmı konuşulmasından hoşlanmıyor, uzlete çekilmeyi tercih ediyordu.
Onların Hali
Uzun yıllar Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî kuddise sırruhûnun dergâhında kalan ve halifelerinden ders alan İbrahim Fasih Haydârî, kaleme aldığı “Mecdü’t-Tâlîd” adlı eserde tasavvuf ve Nakşibendiyye adabı üzerine önemli bilgiler verir. Kitabında Nakşibendî büyüklerinin hallerini anlatırken şunları söyler:
Onları Allah’ın zikrinden bir şey alıkoysa hemen ondan yüz çevirip uzaklaşırlar. Onların üzerlerine kudsî nefehâtlar saçıldığı zaman vecde gelirler ve ilâhî aşkla coşarlar. O halde onların ticaretlerini ve kazançlarını bir düşün!
Onlar mukarrebîn ehlindendir. Seherlerde istiğfar ederler. Dünyayı terk edeceklerine dair kalplerine bir vesika yazmışlardır. Onlar sadece Allah’ın rızasını talep ederler. Gecelerde ağlamayı ve uykusuzluğu âdet edinmişlerdir. Onlar hakikat denizlerini geçmişler, hakikat erbabından nicelerine uğramışlardır. Fakat onların bu hallerinden başkaları haberdar değildir. Keşke bu mukarreblerin terennüm ettikleri nağmeleri işitseydiniz.
Onlar zâhirde halk ile fakat kalpleri Allah ile beraberdir. Bu yoldaki sâlikin hallerinden biri de cismiyle insanlarla beraber olsa da, kalbi ile onlardan ayrı olduğu halde sülûkünü tamamlamasıdır. Onlar Allah Tealâ’nın şu ayetlerinin delilidirler:
- “Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah’ı anmaktan alıkoyamadığı insanlardır.” (Nûr 37)
- “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar.” (Âl-i İmrân 191)