Aramak

GÜLDESTE

Tasavvuf Yolunun Sahtekârları

Yıllarca Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî kuddise sırruhûnun dergâhında kalan ve halifelerinden ders alan İbrahim Fasih Haydârî, kaleme aldığı “Mecdü’t-Tâlîd” adlı eserde Hazret’in hayatı ve irşadı hakkında önemli bilgiler verir. Kitapta ayrıca dikkat çekici ifadelerle tasavvufu ve Nakşibendiyye adabını anlatır. Bu meyanda şunları söyler:

Sûfîler her şeyi yerli yerine koyarlar. Bütün hal ve vakitlerini şuurlu olarak geçirirler. Yaratılmışları kendi makamına, Hakk’ın emrini de kendi makamına koyarlar. Gizlenmesi gerekeni gizler, açığa çıkarılması gerekeni aşikâr ederler. İhlâs ve bağlılığa riayet ederek tam bir şuur, doğru bir tevhid ve selim bir akılla her işi yerli yerinde tutarlar.

Dünya fitnelerine düçar olmuş bir topluluk da vardır ki, sûfîlere nisbet edilmek için sûfî gibi görünürler. Halbuki onlar hiçbir şekilde sûfîlerden değildirler. Aksine, onlar aldanış ve yanlış içindedirler ve bunu sûfîlik kisvesi altında gizlerler. Haramları mübah görenlerin yolunu takip ederek kalplerini Allah’a bağladıklarını zannederler. Derler ki: “Şeriatın yolunu izlemek; cahil insanların ve birilerini körü körüne taklit edenlerin dar görüşlülüğüne sıkışmış, anlayışı kıt kimselerin rütbesidir.” İşte bu iddia aldanmanın ve zındıklığın ta kendisidir!

Şeriatın kabul etmediği her hakikat iddiası zındıklıktır. Bu aldanmış kimseler bilmiyorlar ki şeriat kulluğun aslıdır, gerçek yüzüdür. Hakikat ehli kimseler, Cenab-ı Hakk’ın kulu için tayin ettiği sınırlar ve bu sınırların hakiki anlamları ile bağlıdır. Onlar, bu hakikatlere erişemeyenlerin sorumlu olmadıkları şeylerle ve hatta daha fazlasıyla sorumludur. Onların boynundan şeriat bağı çıkarılmış değildir. Bâtınlarında da tahrif ve eğrilik yoktur.

Hak yoldan sapan aldanmış topluluk içinde bir grup da vardır ki “hulûl”ü savunur. Yani Allah Tealâ’nın kendilerine ve seçtiği bazı cisimlere girdiğini, onunla bütünleştiğini iddia ederler. Bu topluluğun düşüncelerine hıristiyanların inançları sirayet etmiştir. Bu kişiler arasında bu vehimden hareketle güzel kadınlara bakmanın mübah olduğunu, şeriatsız sözler söylemenin ilâhi aşkla irtibatlı olduğunu kabul edenler de vardır.

Biz böyle bâtıl itikad ve söylemlerin hepsini reddederiz! Çünkü Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem bizlere her eğriyi doğrultan, tertemiz, ak pak bir şeriat getirmiştir. Bununla beraber Allah Tealâ’nın vasıflarının neler olabileceği ve olamayacağı hususunda aklımız da bize yol gösterir. Buna göre Yüce Mevlâ herhangi bir şeye hulûl etmekten ve herhangi bir şeyin kendisine hulûl etmesinden münezzehtir.

Hakiki Makam

El-Hac Hasan Şükrü Efendi, “Şemsü’ş-Şümûş: Güneşler Güneşi” adlı eserinde, Mevlâna Hâlid kuddise sırruhûnun dünyalık makamlardan ve şöhretten uzak durduğunu çeşitli misallerle anlatır. Bunlardan biri şöyledir:

Süleymaniye mutasarrıfı Abdurrahman Paşa, Mevlâna Hâlid kuddise sırruhûya gelerek dedi ki:

– Efendim, Süleymaniye medreselerinden hangisini isterseniz orada müderrislik yapınız. Bunun için gerekli görevlendirmeleri yapayım. Görevlendirdiğim kişiler sizin ihtiyaçlarınızı karşılasın.

Mevlâna Hâlid hazretleri dünyalığa iltifat etmediğinden;

– Bu hizmete ehil değilim, diyerek teklifi geri çevirdi.

Daha sonra böyle resmî bir vazife yerine, taun hastalığından vefat eden hocası Abdülkerim Berzencî hazretlerinin medresesinde aklî ve naklî ilimlerle diğer ilim dallarında ders okutmakla meşgul oldular. Yirmi yaşında nice âlim ve talebenin hocası ve üstadı olmuş, yedi sene bu üslup üzere talebeler yetiştirerek icazet vermiştir. Gönlünde Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin muhabbet ateşi olduğundan, dünyanın lezzetlerine iltifat etmezdi. Aklını ve fikrini Mevlâ’nın Habibi’ni ziyarete bağlamıştı. Büyük zâtların kendisine gıpta ettiği, insanlar tarafından sevilen, her işini yalnızca Allah’a havale eden, sıradan ve seçkin insanlar arasında sözü geçen bir zâttı.

Bu Yol

Nakşibendiyye meşayihinden Şeyh Abdurrahman-ı Tâhî kuddise sırruhû, mektubunda halifesi Molla İbrahim’e şu satırları yazmıştır:

İstiğfar ve şükrü bir arada yapmak, ancak nefsin kusurlarını ve hilelerini bilmekle mümkün olur. Râbıta ve istimdada devam et ki, inşallah Gavs-ı Hizânî kuddise sırruhûnun muhabbeti ve nazarı üzerine olur. Bid’at ve şeriatın ruhsatlarıyla amel etmekten kaçın. Yürümen, durman, oturman, yatman hep tevazu ve kalp hüznü içinde olsun. Bütün iş ve sözlerinde fenâ, hizmet, muhabbet, iştiyak ve teşvik hallerine bürün. Ve bütün hallerinde de şeriatın hükümleri ve incelikleri üzerine hareket et.

Sohbet bazen sükûtla olur. Zira Gavsü’l-Âzam kuddise sırruhû, “Sükûtumuzdan faydalanamayan kelâmımızdan da faydalanamaz” demiştir. Sohbet bazen, sâdât-ı kiramın yolunu hatırlatması yönüyle rabıta ile olur. Bazen geçmiş büyük zâtlardan, bazen tarikat ve âdabından, bazen de mürşidden bahsetmekle olur. Hatta sohbet çoğu zaman istimdat, feyz isteme ve ihtiyaç halini koruyarak mürşidden bahsetmekle hâsıl olur.

Bilesin ki kıldan ince, altında cehennem, üstünde gazap ve karşısında hedefin bulunduğu yolun üzerindeyiz. O yolu ancak şeriat-ı garrâya uyanlar, Allah Tealâ’nın, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin ve dostlarının muhabbetinde istikamet üzere olanlar geçer. Onların gölgesi sizin ve bizim üzerimizden eksik olmasın. Bizi unutmayın.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy