Aramak

Güldeste

Aslandan Kaçar Gibi

18. yüzyılın büyük sûfî âlimlerinden, Nakşî-Hâlidî yolunun pîri Mevlâna Hâlid Bağdâdî kuddise sırruhû kaleme aldığı Risâle’sinde tasavvuf yolunda dikkat edilmesi gereken bazı hususları şöyle zikretmiştir:

Mürid, mürşidi kendisine bir şey sorduğunda, ondan bir şey gizlemez, daima doğru söyler. Yaptığı günah bile olsa açıklar. Aynı şekilde mürşidi, yolu veya nefsi ile alakalı kalbine gelen vesveseleri tevbe ve istiğfarla gidermeye güç yetiremediği takdirde bu durumdan kurtulmak için halini hemen mürşidine arz eder. Eğer bu hususta acele etmezse, bu endişeler kalbinde kaldığı sürece feyz kapısı kendisine kapanır.

Mürid, mürşidinin sevdiği kimseleri sever, sevmediği kimseleri de sevmez. Bid’at ehli, gaflet ehli ve münkirlik yapan kimselerden kaçınır, uzak durur. Çünkü “Mürşidlere karşı çıkan kimselerden, aslandan ve ateşten kaçar gibi kaç” denilmiştir. Aynaya ışığın yansıması gibi o kimselerin kalplerinin katılığı müridin kalbine yansır; suyun ateşi söndürdüğü gibi, müridin kalbinin nurunu söndürür, huzurunu kaçırır. Ayrıca gaflete ve kalp katılığına; zikirde tembelliğe sebep olur. Bazen de kalbi zikretmekten tamamen alıkoyar.

Mürid, yeme ve içme hususunda, bir lokma veya bir yudum su dahi olsa, israf etmez. Yemeği hırsla, aç gözlülükle ve kalbi gaflet halindeyken yemez. Çünkü gafletle yenilen bir lokma daha çok gaflete, huzur ile yenilen bir lokma ise huzura sebep olur. Mürid öfkelenmekten ve çok gülmekten kendisini muhafaza eder. Çünkü bu ikisi manevi yakınlık (nisbet) nurunu söndürür ve suyun ateşi söndürmesinden daha çabuk kalbi öldürür. Bu sebeple mürid, öfkenin ve fazla gülmenin olduğu mekândan kaçar. Allah Tealâ’nın yasaklarından sakındığı gibi mâlâyâniden (lüzumsuz şeylerden) de sakınır. Nitekim Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: “Mâlâyâniyi (boş ve faydasız şeyleri) terk etmesi, kişinin müslümanlığının güzelliğindendir.” (İbn Mâce, Fiten 12)

Mürid, yaptığı faydasız şeylerin hepsinin kıyamet günü Rabbi’nin huzuruna arz edileceğinden dolayı utanır. Çünkü ömür çok değerli, vakit ise son derece kıymetli bir sermayedir. Allah Tealâ’nın bahşettiği fırsatlar birer ganimettir. Mürid, her şeyin mâliki olan Allah Tealâ’nın bir daha mühlet ya da fırsat vermeyebileceğini düşünerek hiçbir anını boşa harcamaz. Zamanını Yüce Allah’ı anmaya, O’nunla huzur halinde olmaya harcar. Kendisini ölmüş, kefenlenmiş ve kabre konulmuş; bir rahmet eseri yalnızca Allah Tealâ’yı zikretmek için mezardan çıkmasına izin verilmiş olarak görür. Her an geri dönme emrinin gelebileceğinin farkındadır. Nitekim bir hadis-i şerifte Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh hakkında şöyle buyurulmuştur: “Her kim yeryüzünde yürüyen bir ölüye bakmak isterse Ebu Bekir’e baksın.” (bkz. Taberânî, el-Mu‘cemü’l-Kebîr 1/54)

Ayrıca şöyle bir söz nakledilmiştir: “Bedeninle dünyada, kalbinle de ahiretteymiş gibi ol.”

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, bu manaya işaret ederek üç kere buyurmuştur ki: “Dünyada garip bir kimse gibi veya yolcu gibi ol, kendini kabre giren kimselerden say!” (Buhârî, Rikâk 3)

Ya Peygamberler Olmasaydı

17. yüzyılın Nakşibendi mürşidlerinden İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû peygamberlere iman konusunda Mektubât’ında şöyle der:

Bütün peygamberler Allah’ın rahmet kaynaklarıdır. Cümle âlem onlar aracılığıyla ebedî kurtuluş bahtiyarlığına erişmiş, nice belalardan onlar sayesinde emin olmuştur. Eğer peygamberler olmasaydı hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Allah Tealâ bu âlemde hiç kimseye yüce zâtını ve sıfatlarını bildirmez, bir işarette bulunmazdı. Sonuçta faydası yine kullara yönelik olan ve her biri ilâhî lütuf olan emirlerini yerine getirme, yasaklarından sakınma sorumluluğunu hiçbir kula yüklemezdi. Yine aynı şekilde Allah Tealâ’nın nelerden razı olduğu, nelerden razı olmadığı sorusu cevap bulamazdı. Bu en büyük nimetin şükrü hangi dille yerine getirilebilir! Ve bu şükür görevini yerine getirmeye kimin kudreti olabilir! Bizlere nimet veren, İslâm ile şereflendiren ve peygamberlerini tasdik edenlerden kılan Allah’a sonsuz hamdolsun.

Bu büyük peygamberlerin Allah’ın zâtı ve sıfatları, haşir, peygamberlerin gönderilmesi, meleklerin indirilmesi, vahyin gelmesi, ebedî cennet nimeti ve cehennem azabı gibi konularda insanlara bildirdikleri şeyler hep aynıdır. Onların tebliğlerdeki farklar, dinin ayrıntılı konularındaki hükümlerle alakalıdır. Bunun hikmeti, Allah Tealâ her dönemin peygamberine o zamana uygun hükümleri bildirmesidir. O peygamberleri dönemine ait hükümlerle sorumlu tutmuştur. Nitekim bazı hükümlerin kaldırılıp değiştirilmesi de Allah Tealâ’nın takdir ettiği birtakım hikmet ve yararlara dayalıdır. Genelde müstakil bir şeriat sahibi peygambere önceki zamanlarda gelen hükümlerden farklı bazı hükümler gelmiştir. Peygamberlerin ittifak ettiği sözler ise, Allah Tealâ’dan başkasına ibadet edilmemesi ve şirkten uzak durulması esasına dayanır. Bu şeref peygamberlere ve onlara tâbi olanlara mahsustur. Bu nimetle başkaları şereflenememiş, peygamberlerden başka kimse bu kelimeleri söyleyememiştir. Peygamberleri inkâra kalkışanlar, Allah’ın birliğini kabul etseler de ya müslümanları taklit etmişlerdir ya da Allah’ın ibadeti hak ettiğini kabullenmemişlerdir. Müslümanlar yani peygamberlere uyanlar ise hem varlığının zorunlu olması konusunda hem de ibadete layık olması hususunda Allah’ın birliğini kabul etmişlerdir. Nitekim “lâ ilâhe illallah” cümlesini söylemekten maksat, bâtıl ilâhları ret, gerçek olan ilâhı kabulden ibarettir.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy