Aramak

GÜLDESTE

Bid’at Felaketi İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû hazretleri ömrünü bid’at ehli ile mücadeleye adamış, bu yolda türlü eziyetler görmüş, hatta hapse atılmıştır. Mektubât adlı eserinde bid’atlardan sakınma mecburiyetini ve Nakşibendiyye yolunun Kur’an ve Sünnet’e olan bağlılığını şu satırlarla dile getirmiştir: Bazıları Sünnet-i Seniyye’nin nurunu bid’at karanlıklarıyla örtmeye çalıştılar. İcat ettikleri şeylerle Rasulullah aleyhissalâtu vesselamın dininin parlaklığına gölge düşürme çabasına girdiler. Bundan daha garip olanı, bazılarının bu gibi bid’atları iyilik olarak görmesidir. Bunlarla dini tamamlamayı düşünüyor ve insanları bid’atlara teşvik ediyorlar. Allah Tealâ onları en doğru yola iletsin. Bilmiyorlar mı ki Yüce Mevlâ’nın dini bu yeni şeyler olmadan da tamdı ve O’nun rızası gerçekleşmişti. Kur’an-ı Kerim’de şöyle bildirilmiştir: “Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” (Mâide 3) Bu ayet-i celileye göre bid’atlarla dini kemale erdirme sevdasına düşmek hakikatte inkâra kalkışmaktır. Müçtehid âlimler dinin hükümlerini açığa çıkarmışlardır. Onların yaptıkları dinde olmayan birtakım şeyleri ihdas etmek değildir. Dolayısıyla içtihada dayalı hükümlerin bid’at olduğu söylenemez. Çünkü içtihad, dinin asıllarından dördüncüsü olan kıyas kısmına dahildir. Allah Sübhânehû, ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in görüşleri doğrultusunda akideyi düzelttikten sonra, yüce Nakşibendî yoluna girmekle bizleri şereflendirdi. Bu büyük nimetin şükrünü hangi dille eda edebiliriz? Bizi bu ulu taifenin müritleri ve bağlıları kıldı. Bu fakire göre bu tarikattaki bir adım, diğer tarikatlardaki yedi adımdan daha üstündür. Bu noktadan hareketle kitaplarımda ve risalelerimde bu büyüklerin yolunun Ashab-ı Kiram’ın yolu olduğunu yazdım. Sahabe-i Kiram veraset yoluyla nübüvvet kemalâtından çok büyük pay aldığı gibi, bu tarikatın sonuna ulaşanlar da onlara tâbi olma yoluyla o kemalâttan pay alırlar. Bu yolun başında ve ortasında olup, yolun sonuna erişmiş olanlara tam bir muhabbet içinde olan kimseler de aynı şekilde bu kemalâtı dilemekte ve istemektedirler. Şu hadis-i şerif bu üstünlüklere henüz erişememiş olanlara bir müjdedir: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb 96; Müslim, Birr 50; Tirmizî, nr. 2385, 2387, 3535; Ebu Davud, nr. 5127) Bu yolda kaybeden ve hüsrana uğrayan o kişidir ki; tarikata girer fakat edeplerine riayet etmediği gibi tarikatta yeni icatlar çıkarır ve bu yola muhalif olan rüyalarına ve hallerine itimat eder. Bu kişi rüyalarının ve hallerinin peşinde yürümüş ve bu yüzden de kendi arzusuyla Kâbe’nin yolundan saparak aksi istikamete yönelmiştir. Böyle bir durumda tarikatın ne günahı vardır? Bu tarikatın mensupları öyle kimselerdir ki, onlarla beraber olan bedbaht olmaz. Onlarla yakınlık kuran mahrum kalmaz. Meclislerinde bulunan ümitsizliğe düşmez. Onlar Allah Tealâ’nın dostlarıdır. Onları görmek Allah Tealâ’yı hatıra getirir. Onları tanıyan Allah Tealâ’yı bulur. Bakışları ilaç, sözleri şifa, sohbetleri ise nur ve ışıktır. Onların dış görünüşlerine bakan aldanır, pişman olur. İç dünyalarını gören kurtulur, felah bulur. Şu sözü söyleyen ne güzel demiştir: “İlâhî! Dostlarına verdiğin ne büyük bir saadettir! Onları tanıyan seni buluyor, seni bulamayan onları tanıyamıyor.” Her Durumda Vukûf-i Kalbî 18. yüzyılın meşhur Nakşibendî mürşidi Mevlânâ Halid Bağdâdî kuddise sırruhû Hâlidiyye Risâlesi’nde şunları söyler: “Vukûf-i kalbî”, kişinin duygu ve düşüncelerini, (kalbini) toplayıp, kendisini meşgul eden şeylerden ve yabancı duygulardan ilgisini keserek, bütün kalbiyle “Allahu ehad” lafz-ı şerifinden murad olan Allah Tealâ’ya yönelmesiyle olur. Ayrıca mürid bütün idrakiyle kalbinin ortasına ve en derin yerine yönelir. Bu şekilde en az on beş dakika veya daha fazla murakabe eder. Fazla olması ise daha faziletli ve faydalıdır. Mürid, tarif edilen vukûf-i kalbî halini elde ettikten sonra, “kalbî zikir” ile meşgul olur. Şöyle ki: Lafza-i Celâl’in (Allah lafzının) kalbine aktığını düşünür. Bununla birlikte bütün uzuvları sükûnet halinde olur; bütün idrak ve tercihlerinden vazgeçerek, kendisini ölü gibi kabul eder. Mürid, sırf zikir sayısını hesaplamak ve hatırda tutmak için dikkatini zikre bağlar. Bununla birlikte kalbini serbest bırakmalı ki kalp bizzat kendisi ve Mevlâsı ile meşgul olabilsin. Bazıları “Allah” lafzını zorla kalbine ilka eder, yerleştirmeye çalışırlar. Kalp ile zikir arasını serbest bırakmazlar ki, kalp bizzat kendiliğinden Allah Tealâ’yı zikretmekle meşgul olsun. Yine bu kimseler, Cenab-ı Hakk’ın azametini mülahaza etmeye dalmazlar ki, kendileri için “gaybet” (kendinden geçme hali) meydana gelip Allah Tealâ dışında her şeyi unutsunlar. Halbuki zikrini zorla yapan bu kişiler, şayet elli sene bu şekilde meşgul olsa yine de maksuda ulaşamaz ve güzel bir hale kavuşamazlar. Nitekim Hz. Ali radıyallahu anh, “Kalp zorlandığı zaman kör olur.” buyurmuştur.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy