Aramak

GÜLDESTE

Mürşide Muhabbet

Uzun yıllar Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî kuddise sırruhûnun dergâhında kalan ve halifelerinden ders alan İbrahim Fasih Haydârî, “Mecdü’t-Tâlîd” adlı eserinde mürşide muhabbet konusunda şunları anlatılır:

Ey bu yolun yolcusu! Güzel huylarla ahlâkını süslemen gerektiği gibi, mürşidine olan muhabbetin, nefsine olan muhabbetinden fazla olmalıdır. Nitekim tarikat erbabının yolu da bu minval üzeredir. Ârif-i billâh Şeyh Abdülvehhâb eş-Şa‘rânî Kitâbü’l-Uhûd adlı eserinde şöyle demiştir:

“Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem, samimi muhabbetin hidayetin hızlı bir şekilde hâsıl olmasına vesile olduğunu bildiğinden şöyle buyurmuştur: ‘Sizden biriniz beni, ailesinden, çocuklarından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe hakiki mümin olamaz.’ (Buhârî, İmân 8; Müslim, İmân 16)

Malumdur ki Cenab-ı Hakk’a çağıran bu yolun büyükleri, dünyada kalp ile ahirette ise cismen Allah Tealâ’nın huzuruna götüren yolu açıklama ve bu yolun hükümlerini tebliğ etme hususunda peygamberlerin vekilidir. Bu sebeple, verasetin gerektirdiği üzere nebîlere duyulan muhabbetin benzerinin onlara da duyulması gerekir. Mürşidi ile beraber bulunup ondan edeplenen mürid, Allah Tealâ’ya karşı olan edebinde de yükseliş kaydeder. Çünkü mürşid bir bakıma merdiven konumundadır. Mürid şeyhine karşı olan edebiyle ve şeyhinin kendisinden razı olmasıyla fayda elde eder. Şeyhi kendisinden razı değilse ilerleme durur, hatta bulunduğu makamdan aşağılara gerileyebilir.”

Sûfî Kelimesinin Kaynağı

İbrahim Fasih Haydârî kuddise sırruhû yine Mecdü’t-Tâlîd’de “sûfî” kelimesinin nereden geldiğine dair şu önemli izahı yapar:

Âriflerin kutbu Şeyh Ömer Sühreverdî kuddise sırruhû, Avârifü’l-Maârif adlı eserinde Enes b. Mâlik radıyallahu anhın şöyle dediğini zikretmiştir:

“Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem kölenin davetine icabet eder, merkebe biner ve yün elbise giyerdi.”

Sühreverdî hazretleri bu haberi naklettikten sonra bazı kimselerin, bir kısım zâhidler yün elbise giydikleri için onlara sûfî denildiği görüşünü benimsediklerini söylemiştir. Bu kişiler, peygamberlerin giysisi olduğu ve aynı zamanda daha yumuşak olması sebebiyle yün elbise giymeyi tercih etmişlerdir.

Tâbiîn neslinin büyüklerinden Hasan-ı Basrî kuddise sırruhû, “Bedir ehlinden yetmiş kişiye yetiştim, hepsinin de elbisesi yündendi” buyurmuştur.

Ebu Hüreyre ve Fudâle b. Ubeyd radıyallahu anhümâ da Bedir ehlini vasıflandırırken şöyle demişlerdir:

“Onlar açlıktan dolayı yere kapaklanıyor, insanlar onları deli sanıyorlardı. Onlar dünya süslerini terk ettiklerinden, açlıklarını ve avret yerlerini kapatacak kadar bir şeyle yetindiklerinden ve ahiret işlerine daldıklarından yün elbise giymeyi tercih etmişlerdir. Onlar Mevlâ’nın hizmetiyle meşgul olup, bütün gayretlerini ahiret işleri için sarfediyorlardı. Bu yüzden kendi nefslerinin hoşuna giden ve rahat edecekleri şeylerle uğraşacak vakit bulamamışlardır.”

İlim ve hal yönünden fazilet kapıları onlara açıktır. Onların bâtınları hakikatlerin madeni ve ilimlerin toplandığı bir yerdir. Hatta denilebilir ki onlar, yüzleri solgun olduğundan, tanınmadıklarından, tevazu sahibi olduklarından, gizlenmeye ve göz önünde olmamaya gayret ettiklerinden yamalı bir hırka ve bir köşeye atılmış, kimsenin istemediği bir bez parçası gibiydiler. İşte bundan dolayı yün elbiseye nisbetle onlara sûfî denilmiştir.

Yine sûfî isminin bu vasıfla anılan kişilere, onlar iç dünyaları ile Allah’ın huzurunda bulunmaları, kalpleri ile O’na yönelmeleri ve gayretlerinin yüksek olması sebebiyle Allah’ın huzurunda ilk safta bulunduklarından dolayı verildiği de söylenmiştir.

Sûfî ismi, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem zamanında yoktu. Bazıları Tâbiîn zamanında ortaya çıktığını, bazıları ise hicretin 200. yılına kadar bu isme rastlanmadığını söyler. Rasul-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam zamanında onun sohbetine erişme şerefine nail olan kimseler “sahabi” diye isimlendiriliyordu. Peygamberimiz’den sonra sahabenin sohbetinde bulunanlara da “Tâbiîn” ismi verildi.

Ne zaman ki peygamberlik zamanı geride kaldı, semâvî vahiy kesildi, Muhammedî nur görülmemeye başlandı, farklı görüşler ortaya çıktı, yöntemler çoğaldı, herkes kendi görüşünü takip etti, ilimler hevâ ile bulandı, müttakilerin niyeti karıştı, zâhidlerin azîmetleri dağıldı, her yeri cehalet kapladı ve cehalet perdeleri açıldı, âdetler ve bunlara uyanlar arttı, dünya ziynetleri ve onu isteyenler çoğaldı; işte o vakit bir grup, sâlih ameller ve güzel haller ile onların arasından ayrıldı.

Bu taife azîmete sadakatle sarıldı. Dinde kuvvet ve dünyada zühd sahibi oldular. Uzleti ve halveti ganimet bildiler. Kendileri için bazı zamanlar toplandıkları, Suffe Ehli’ni örnek alan zâviyeler yaptılar. Suffe Ehli, muhacirlerin fakirlerinden oluşan bir topluluktur. Allah Tealâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur.

“(Yapacağınız hayırlar), kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun.” (Bakara 273)

Diğer yönden onlar, zâhirî sebepleri terk ederek tümüyle Cenab-ı Hakk’a yönelmişlerdi. Sâlih amellerinin meyvelerini almışlar, bunun neticesinde lisanları kuvvetlenmiş, irfanlarına irfan katmışlar ve imanları artmıştır.

Bunun gereği olarak da aralarında sadece kendilerinin anlayabileceği ilimler, özel işaretler ve ıstılahlar kullanmaya başlamışlardır. Bu ilimler her asırda seleften halefe geçmek suretiyle devam etmiş ve aralarında bu isim yayılmıştır. “Sûfî” kelimesi onların ismi, “marifetullah” sıfatları, “ibadet” süsleri, “takva” şiarları, “hakikatlerin hakikatine inmek” ise sırları olmuştur.

İşte hak ehlinin halleri gerçekte bunlardır.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy