DÜNYADA TELEVIZYON IZLEMEDE VE SOSYAL MEDYA ILETIŞIMINDE EN ÜST SIRALARDAYIZ. GÖREN DE EN BILINÇLI, EN BILGILI, EN DÜNYAYI TAKIP EDEN INSANLAR OLDUĞUMUZU SANIR. ÖYLE MI? ÖYLE OLMADIĞINI HEPIMIZ BILIYORUZ.
Bugün pek çoğumuz dakika dakika gelişen olayları, son dakika siyaset ve spor gelişmelerini takip ediyoruz. Cep telefonu elimizde kâh sosyal medyada tartışmalara giriyor, fotoğraf ve videolara bakıyor, kâh birileriyle muhabbete dalıyoruz.
Bazen televizyondaki bir tartışmaya saatlerce takılıp ekran başında uyuyakalıyoruz. Ertesi sabah gün boyunca birbirimizle haberlerde duyduğumuz, okuduğumuz haberleri konuşup duruyoruz.
Bir dâvâsı var ama...
Biz üniversitede okurken en çok önem verdiğimiz şey, kendimiz dışındaki dünyadan haberdar olmaktı. Memlekette ne oluyor, İslâm dünyasında kim ne yapıyor, dünya nereye gidiyor?
Bu soruların cevaplarını öğrenmek için gazeteleri takip eder, televizyon haberlerine bakar, kitaplar dergiler okur, konferanslara koşardık. Sabahlara kadar memleket ve dünya meselelerini tartışırdık. Bunu kendi kabuğumuzda takılıp kalmamak için yapıyor, bilinçli insan olma yolunda vazgeçilmez bir görev biliyorduk.
Dâvâ sahibi olmak, dünyadan haberdar olmak demekti. Üniversite okumak olan bitenlere vâkıf olmak demekti. Bizim gibi bu meselelerle uğraşmayan, kendi hâlindeki dindar insanlara “bilinçsiz insanlar” nazarıyla bakardık. Birçoğumuz için namaz kılmanın, oruç tutmanın, zikir çekmenin dünyayı takip etmek, bir dâvâ sahibi olmak yanında değeri pek önde değildi. Asıl iş memleketi ve dünyayı kurtarmaktı.
Yıllar geçip gerçeklerle yüzleşince bizim önemli sandığımız şeylerin büyük kısmının önemsiz, önemsiz sandığımız şeylerin ise önemli olduğunu anladık. Evet, dünyadan haberdar idik ama kendimizden değildik. Dünya olayları ile ilgili fikrimiz vardı ama kendimiz ile ilgili bir fikrimiz yoktu. Evet, bir yere varmıştık ama bu yer sanki bizim değildi.
Oysa Rabbi’nden haberdar olmayan, O’nunla arası olmayan dünyadan haberdar olsa ne yazardı? Asıl mesele memlekette ne olup bittiğinden çok bana, sana, bize ne olduğu değil miydi? Kendimizi göz ardı ederek âlemi nasıl düzeltebilirdik? Evimizdeki işi yapmadan sokaktaki, şehirdeki, ülkedeki, dünyadaki işleri nasıl yapabilirdik?
Şunu anlamalıyız: Bizim imanımızda her iş ama her iş benimle başlar, bende başlar. Her iş Allah’ın benden ne istediğini bilmek ve onu yapmakla başlar. Başkalarının, toplumun, nizamın değil benim üstüme farz olanları bilmek ve yapmakla başlar. Bunu geç anladık.
Yapmıyoruz, başkası yapsın diye çalışıyoruz
Bu meseleyle ilgili bir olayı aktarayım. 1970’lerin sağ-sol çatışması ortamında, gençlerin birbirlerini öldürdükleri o karışıklıkta, gençlerin lider bildiği bir grup genç dâvâ adamı kendilerine bir şeyh ararlar. Birkaç dergâha giderler. Her yerde izzet ikram görürler. Sonra bir de Seyyid Muhammed Râşid kuddise sırruhû hazretleriyle görüşmek isterler. Seyda hazretleri onları bahçesinde kabul eder. Gençler teker teker elini öper. Seyda hazretleri “hoşgeldiniz” der, hal hatır sorar. Sonra;
– Siz kimsiniz, ne iş yaparsınız, diye sorar.
Aralarından biri;
– Efendim biz memleketi dinsizleştirmek isteyenlere karşı cihad ediyoruz, der. Seyda hazretleri;
– Peki siz namaz kılıyor musunuz, diye sorar.
Gençler şaşırır. Çünkü namazdan çok daha önemli bir iş yaptıklarını sanmaktadırlar. Gençlik lideri;
– Biz kılmaya gayret ediyoruz ama aramızda kılmayanlar da var, der. Bunun üzerine Seyda hazretleri buyurur ki:
– Allah razı olsun! İnsan daha namazını kılmıyorsa nasıl cihad edebilir?
Bu söz oradakileri şaşırtır. Bunun üzerine aralarından birkaçı hemen intisab eder. Diğerleri ise başka yollara gider.
O büyük zâtın bu sözü bizim için de bir ölçüdür. Allah’ın hepimiz için farz olan emirlerini yerine getirmeden büyük lâf etmemeliyiz. Adam olmadan adamlık taslamamalıyız. Daha yola ilk adımı atmadan menzile ulaştığımızı sanmamalıyız. Günceli ve gündemi takip edince allâme olacağımızı ise hiç sanmamalıyız.
Haber takıntımız
Güncel ve gündem deyince aklımıza hemen haberler gelir. Toplum olarak haber takıntımız var desek yeridir. Pek çoğumuzun sabah ilk işi haberlere bakmaktır. Hangi siyasetçi kime ne demiş, kim kimle kavga etmiş, dünyada nerede bir felaket olmuş, spordaki son dedikodular neler?..
Hangi kahveye, lokantaya, işyerine gitsek bir köşede açık bir televizyon vardır. Pek çoğu bir haber kanalına ayarlıdır. Televizyonun sesi sonuna kadar açık, mekâna insanın içini karartan haberler boca edilmektedir. Bu manzarayı dışarıdan gören birisi toplumun bilinç düzeyinin yüksek olduğunu sanabilir. Oysa hiç öyle olmadığını hepimiz biliyoruz.
Söz dine geldiğinde meydanı kimseye bırakmayan insanımız, daha inancının en temel ilkelerini bilmez. Ama hangi politikacı, hangi topçu, hangi parti o gün, hatta o saat ne yapıyor, onu takip eder. Tanımadığı insanlara yine tanımadığı kişiler hakkında tivitler atar; över, söver, polemiğe girer. Belli ki güncel veya gündem mevzuunda da kendimizi kaybetmiş durumdayız.
“Haber” kelimesi Arapça kökenlidir. Bu kelimenin kök anlamı “bir şeyi gereği gibi bilmek için yoklayıp sınamak, bir şeyin iç yüzü hakkında bilgi sahibi olmak”tır. Bugün kullandığımız anlamda haber “geçmişte, gelecekte veya halen olmakta olan bir olayı bildiren söz” anlamına gelir. Doğru veya yanlış oluşu, gerçeğe uyup uymaması ayrıca değerlendirme konusudur.
“Olay” anlamına kullandığımız ikinci bir kelime ise “hadise”dir. “Yeni olan şey, yeni söylenen şey” demektir. Çoğulu “havadis”tir. “Hadis” kelimesi de aynı köktendir. Batılı dillerde “haber” anlamına gelen kelimeler de “olay” veya “hadise” anlamındadır ve “yeni olan şeyler” demektir.
Haberin ahlâkı
Habercilere, gazetecilere sorarsanız haberler gerçeklerdir. Peki gerçekten öyle midir? Elbette hayır! Çünkü olayın haberi olayın kendisi değildir, onun bir aktarımıdır. Haberde kullanılan görüntü ve resimler de olayın kendisi ve tamamı değildir. Sadece bir veya birkaç anlık kesitidir. Çünkü aynı olayı çok farklı açılardan aktarmak ve belgelemek mümkündür. Hatta iki farklı kişi bile bir olayı çok farklı, hatta zıt şekilde aktarabilir. Bu, insanların niyetleri, görme açıları ve algıları ile ilgilidir. Haberciler ise bir olayı genelde hatadan kaynaklanan bir yanlışlıkla değil, belli niyet ve maksatlarla yanlış bir şekilde aktarabilir.
Demek ki her şeyde olduğu gibi habercilikte de ahlâk temel ölçüdür. Ahlâksız kişi yalanla, çarpıtmayla, aldatmayla iş yapar. Bunu 1960’larda şehid edilmiş olan Amerikalı müslüman Malcolm X çok güzel ifade eder: “Uyanık olmazsanız medya size zalimi mazlum, mazlumu da zalim diye yutturur!” Başka alanlarda olduğu gibi habercilikte de yalan veya yönlendirme sık rastlanan bir şeydir. Çünkü habercilik profesyonel bir meslektir; “parayı veren düdüğü çalar.” Yani haberciler maaş aldıkları kanalın, haber sitesinin, televizyonun sahibi olan patronun isteklerine göre işlerini görürler. Genellikle kolayca yalan söylerler. Gözlerini kırpmadan karalama, iftira, çarpıtma yapabilirler.
İçlerinden bu ahlâk fakirliğini samimiyetle itiraf eden çok azdır. Aksine çoğu haberci kendisinin ve meslektaşlarının kutsal bir iş yaptığını öne sürer. Güya hepsi “gerçeğin peşinde”dir. Özellikle Amerikan filmlerinde bu tema çok işlenir. Cesur bir gazeteci, sadece halka gerçeği anlatmak maksadıyla devletteki kirli ilişkileri, siyasîlerin skandallarını kelleyi koltuğa alıp haber peşine düşer. Gazeteciler filmlerde hep kahramandır. Bu normaldir. Çünkü pek çok Amerikan film şirketi aynı zamanda medya kanalı sahibidir.
Bizdeki genel geçer habercilik anlayışı tam bir dedikoduculuk şeklindedir. Haber dediğimiz çoğu çoğu zaman parti haberleridir. Şu veya bu parti açısından haberler verilir. Medya kanalları kendi destekledikleri veya onları destekleyen partinin işine gelen haberleri verir, işine gelmeyenleri vermez. Hatta bazen çok önemli gelişmelere bile çıkarlarına uygun değil diye yer vermezler. O yüzden aslında haberlerde pek haber yoktur.
Gerçek mi kurgu mu?
Dünyada her an sayısız olay ve gelişme vuku bulmaktadır. Bu kadar haberi medyanın aktarması mümkün değildir. O yüzden ister internet sitelerinde ister televizyonda, haberler seçilir ve belli bir sıraya dizilerek verilir. Buna “haber gündemi” denir.
Peki bu kadar olay arasından gündeme girecek olanları nasıl seçilir? Medya yöneticileri kamuoyu açısından bir olayın zaman, önem, kapsam, etki bakımından önceliği demek olan “haber değeri”ne göre gündemi belirlerler.
Bir olayın haber değerini tayin edenler, hangi haberlerin aktarılacağını belirleyenler, onları sıraya dizenler, seçilen haberlerin nasıl verileceğine karar verenler elbette çok az kişidir. Bunlar medyayı yönetenler ve onların patronlarıdır. Kısacası, bize ulaşan haberler aslında bir şirketin, bir çıkar grubunun veya bir partinin çıkarına ve görüşüne göre üretilmiş şeylerdir. Tıpkı bir film gibi kurgulanmıştır. Çıkarın her şeyi belirlediği böyle bir ortamda objektif, gerçek, tarafsız bir habercilikten bahsetmek mümkün değildir.
Bu noktada kritik soru şudur: Bu kadar kusurlu, sorunlu bir alanı hayatımızın merkezi yapmak, bilincimizin esası saymak ne kadar doğrudur?
Oysa biz bu sınırlı ve sorunlu habercilik anlayışına teslim olmuş durumdayız. Güncelle haşır neşir olmanın bize bir değer ve bilinç kazandırdığını sanıyoruz. Gündemi takip etmenin bizi önemli gösterdiğini vehmediyoruz. Çünkü diğer insanların bilmediği birçok ayrıntıyı bildiğimizi, bunun da bir ayrıcalık olduğunu düşünüyoruz.
Sürekli güncel haberlerle uğraşıp durmak, aslında kurgulanmış bir güncele teslim olmak demektir. Güncel ise adı üzerinde geçici olan şey demektir. En sıkı haber takipçileri bile daha geçen hafta çok konuşulan olayları dahi hatırlamakta zorluk çeker. Çünkü bu kadar çok ayrıntı takip edende bilinç zayıflar. İnsan sürekli haber “tüketince” olayların dayandığı temeli, birbiriyle ilişkisini ve en önemlisi de kendi hayatıyla olan irtibatını kavrayamaz hale gelir.
O yüzden en iyi değerlendirme yapanlar, en çok ayrıntıyı ve güncel haberleri bilenler değildir. Aksine güncelin üzerine çıkabilenler, ötesine geçebilenlerdir. Âlemdeki düzeni, sünnetullahı görme netliğine kavuşanlardır. Bunu da kendini işin içine katarak yapanlardır.
Malumat, bilgi, bilinç
Çoğumuz medyayı, özellikle sosyal medyayı an be an takip etmekle bilgi, bilinç ve hatta bilgelik elde edeceğimizi sanırız. Oysa medya asla bir bilgi ve bilinç kaynağı değildir. Çünkü veri, malumat, bilgi, bilinç birbirinden farklı kavramlardır. Medyada aktarılan haberler ya veri ya da malumattır. Malumat demek bilgi demek değildir. Kişi malumat sahibi olunca hemen bilgili oldu denmez. Bir kişinin malumatı çok olup, bilgisi zayıf olabilir. Binlerce istatistik, işe yaramaz detay bilen bir insan o konunun âlimi değildir.
O halde medya bir bilgi kaynağıdır, üstelik hayli sorunlu bir bilgi kaynağıdır ama tek ve yeterli olabilecek bilgi kaynağı değildir. Kişi asıl bilgiyi kitaptan, ansiklopediden, ehli tarafından hazırlanmış ciddi kaynaklardan ve görüştüğü insanlardan elde eder. Kişinin ancak böyle sağlam bir bilgi temeli varsa medyanın sunduğu malumatı yerinde değerlendirebilir. O zaman gündeme teslim olmaz, gündemi kuşatır. Haberler bir anlam veremez, o anlam kişinin kendisine aittir. Bilinç ancak bilginin netleşmesi, bütünlüklü bir çerçeve içine yerleşmesiyle oluşur.
Gazetecilikte haber yapımı öğretilirken “5N1K” diye bir formülden bahsederler. Bu formülün açılımı “ne, nerede, ne zaman, nasıl, niçin ve kim” sorularıdır. Dikkat ederseniz bu soruların her biri tek başına bilgi vermeye yaramaz. Mesela bütün soruların cevabını bilen ama “nasıl ve niçin” sorularının cevaplarını bilmeyen kişi dedikodu yapmış olur. Bilgi ise ancak “nasıl ve niçin” sorularına cevap vermekle elde edilir. Güncel haberlerde “nasıl ve niçin” sorularına verilen cevaplar ise çok büyük oranda haber tüketicisini yönlendirme maksadı taşır. Çünkü nasıl ve niçin’in görüntüsü, kaydı olmaz. Büyük ölçüde yoruma tâbidir.
İç içe halkalar
Medya ve habercilik aslında bir dedikodu sanayiidir. Hayatımızı işgal eden bu dedikodu kültürü kalbimizi, aklımızı ve işimizi de işgal ediyor. Her şeyde olduğu gibi kararında ilgilenildiğinde faydası, ipin ucu kaçtığında ise zararı var.
Güncelin ve haberlerin esiri olmak böyledir. Böyle bir sağa bir sola yalpalayarak, günümüzü, yıllarımızı, ömrümüzü boş lafların, dâvâların, iddiaların, kişilerin, ekiplerin peşinde heba ediyoruz. Şu kısa ömürde Allah için yapmamız gereken o kadar şey varken böyle şeylerle hayatımızı geçirmek tam bir kayıptır.
Her konuda olduğu gibi gündem konusunda da temel bir ayrım var: Bir şeyle ilgilenmek ayrı, bir şeye esir olmak ayrıdır. Bu hususta Bediüzzaman Said Nursî hazretlerinin “Asâ-yı Mûsâ” adlı eserinde aktardığı bir olay vardır. 1940’lı yıllardır. Bir gün talebeleri ona gelirler. Derler ki:
– İkinci Dünya Savaşı başlayalı elli günü geçti ama siz savaşla hiç ilgilenmiyorsunuz. Ne haber dinliyorsunuz ne de bize bir haber soruyorsunuz. Halbuki birçok hoca radyolarının başında an be an haberleri takip ediyorlar.
Bediüzzaman hazretleri onlara özetle şu cevabı verir:
– Ömür sermayesi pek az, lüzumlu işler pek çoktur. İnsanın görev alanları iç içe geçmiş halkalar gibidir. En iç halkada kalp ve mide var. Onun dışındaki halkalarda sırasıyla beden ve ev, mahalle ve şehir, vatan ve memleket, yeryüzü ve insanlık, en dışta ise canlılar ve hayat dairesi var. Her dairede insanın görevleri var. Ama en büyük vazife en küçük dairededir. Sonra bir dıştaki, sonra daha dıştaki... bu şekilde gider. Nefs, büyük dairenin çekici olması yüzünden küçük dairedeki görevlerimizi bırakıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle bizi meşgul eder. İnsana ömrümüzü boş yere harcatır. Hatta bazen bu harp boğuşmalarını takip eden kişiler bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne ortak olur.
Sonra talebelerine imanı kurtarma dâvâsının, insanlara Allah yolunda hizmetin bu harpten de büyük bir hadise olduğunu anlatır.
İçten dışa doğru
Bu sözler bizim için çok önemli bir ölçüyü gösteriyor. Dinimizde sorumluluk kişinin kendinden başlar; ailesine, akrabalarına, komşularına, mahallesine, şehrine, memleketine ve en son dünyaya kadar yayılır. Bunlar iç içe geçmiş dairelerdir.
Kişinin en büyük sorumluluğu, kendi dairesi ve ona en yakın olan dairelerdir. Bu zekâtta, sadakada, emr-i bi’l mâruf ve nehy-i ani’l münkerde, cihadda, ilim öğrenme ve öğretmede hep böyledir. Kişi kendisine farz olan ilimleri öğrenmeden millete öğretmeye girişmemelidir.
Mesela Kur’an öğrenmede öncelik, kişinin önce kendisinin öğrenmesi, sonra ailesine öğretmesidir. Sonra başkalarına öğretmek gelir. Zekât ve sadakada da, tebliğde de sıralama böyledir. Hep kendinden başlayıp ailene, sonra akrabalarına, sonra çevrendekilere, en son başka insanlara sıra gelir.
Temel kulluk vazifeleri herkes içindir. Namaz, oruç, zekât, hac herkese farzdır. Bu temel görevlerin dışındaki görevler kişinin işi, etkisi, yetkisi ve sorumluluğuna göredir. Herkesin işi aynı derecede, aynı önemde, aynı boyutta değildir. Meşru olan küçük büyük her iş çok önemlidir. Fakat başkasının işinden biz sorumlu değiliz, bizim işimizden de onlar sorumlu değildir. Mahşerde Mevlâmız bizi kendi üzerimize vazife olan işlerden hesaba çekecektir, başkalarının işinden değil. Bir şirketi veya devleti yöneten kişiye ise kendi sorumluluğu altındaki kişilerin işlerinden hesap soracaktır. Çünkü bir kişi hangi işi yapıyorsa hesabı ona göre görülür.
Ülke ve dünya çapındaki olayları bilmek, üzerine düşünmek, araştırmak ve tartışmak bu alanda çalışan akademisyenler, iş adamları, bürokratlar, siyasetçiler için bir gerekliliktir. Çoğu insan için dünya çapındaki olayları takip etmek ise bir yön sapmasıdır, gereksizdir, hatta çoğu kere abestir. Çünkü günlük hayatlarında ve işlerinde bu edindikleri bilgilerin bir yeri, işlevi ve faydası yoktur. Onun yerine kendi işlerine, kişiliklerine ve hayatlarına yarayan bilgileri elde etmeleri akla da dine daha uygundur.
Fakat bazı konular hepimizi ilgilendirir. Toplumu yönetenlerin yaptıkları böyledir. Hepimizi etkiler. Bunu hemen siyaset dedikodusuna benzetmeyelim. Siyasette etkimiz yoktur, sabah akşam etkimiz ve yetkimiz olmayan alanla ilgili şikâyet edip durmak boştur. O sorunlar bizim için son sıralarda gelen ama siyasette, devlet yönetiminde olan kişilerin ilk sırada gelen sorumluluğudur.
Bir öğrencinin görevi devleti yönetmek değildir. Derslerini en iyi şekilde öğrenmektir. Çünkü kendine lazım olanı öğrenmesi önceliklidir. Fakat en başta, temelde olması gereken ilim, Allah’ın bizden beklediği kulluk vazifelerinin bilgisidir. Namaz ibadetinden haram yememeye, çocuklarımıza dinimizi öğretmekten yanlış yapan kişilere nezaketle uyarıda bulunmaya kadar...
Bu, mesleği ve görevi ne olursa olsun herkesin vazifesidir. Bunun üstüne edinmemiz gereken ilim ise işimizle, mesleğimizle, görevimizle ilgili bilgilerdir. Mühendis mühendislik ilmini, bürokrat bürokrasi ilmini, kunduracı kunduracılık ilmini çok iyi bilmelidir. Bunun ötesinde sevdiğimiz ve ilgi duyduğumuz şeylerin de bilgisini elde edebiliriz. Edebiyat, çiçek yetiştirme, el işleri, dil öğrenme gibi... Bunlar da güzeldir. Bu sıraya riayet edersek öğrenmemiz, iş yapmamız, hayat tarzımız Hak ölçüsü üzerine olur. Ve hepsi birbirini tamamlar. Bu sırayı karıştırırsak kulluğumuz da, ahlâkımız da, kişiliğimiz de bozulur.
Kim neden sorumlu?
Elbette bir toplum içinde yaşayan her insanın diğerleriyle kesişen yönleri vardır. Başkalarının yaptıkları bizi etkiler, bizim yaptıklarımız da başkalarını... Fakat biz bu kesişmelerde kendi sorumluluk dairemizdeki kısımla ve birbirimizi Hak yolda güzelce uyarmakla sorumluyuz.
Mesela bir öğretmenin öncelikli görevi öğrencilerini öğrettiği alanda en iyi şekilde yetiştirmeye gayret etmektir. Okul müdürünün görevi onda olmadığı için o işlerinden sorumlu değildir. Fakat o okul müdürünün etki, yetki ve sorumluluk halkası bir öğretmenden daha geniştir ve onu da kapsar.
Demek ki bizim üzerimize görev olan şeyler etkimiz, yetkimiz, yetkinliğimiz ve sorumluluğumuz dâhilinde olan işlerdir. Mahşerde Rabbimiz’in bizden soracağı şeyler de bunlardır. Onun için kul yaptığı her işte mahşer hesabını unutmamalıdır.
Öncelikler ve denge
Bu söylediklerimizi “bana necilik” olarak anlamamak gerekir. Aksine, insan kendi kısıtlı gücünü, emeğini, zamanını kendi yapacaklarına ne kadar odaklarsa toplumu, sistemi etkileme ihtimali o kadar yükselir. Her bir insan kendi işinde mükemmel olmaya gayret ettikçe, kalite yavaş yavaş yükselir ve çevreye doğru yayılır. Aksi de geçerlidir. İnsanlar sürekli sistemden şikâyet edip kendilerini düzeltmezlerse işler düzelmez. Toplumun durumunu düzeltmede ilk adım insanın kendini düzeltmesidir.
Bunun için önemli, öncelikli ve birinci derece sorumlu olduğumuz işleri bilmemiz gerekir. Peki bu ayrımı nasıl yapacağız?
Önce bunları iyice öğreneceğiz. Bunun için emek vereceğiz, çabalayacağız, sağlam kaynaklara erişeceğiz. Neyin neden üstün, önemli ve değerli olduğunu öğreneceğiz. Kulluk ölçüsünü bize veren kaynaklar Kur’an, sünnet, âlim ve âriflerin bize öğrettikleridir. Ölçü olmadan insanda denge olmaz. Bugün bizim “denge” dediğimiz “muvâzene” kelimesi “vezn” kökünden gelir. Bu ise “ölçü” demektir. Terazinin bir değil iki kefesi vardır. Birine ölçü konur, ötekine ise ölçülecek olan. Ölçme ikisi dengeye geldiğinde tamamlanmış olur. Fakat bunun için terazinin sağlıklı çalışıyor olması gerekir.
Bizim iki asırdır kalp ve akıl terazimiz bozuk. O yüzden ölçümüz de, ölçümümüz de hatalı. Hem kalbimizdeki, hem aklımızdaki, hem de ikisi arasındaki dengeyi sağlayamadığımız için ölçüsüz işler, fikirler, eserler üretip duruyoruz.
Yolumuz müstakim ama biz yalpalayarak yürüyoruz. Yolun dışına düşüp yere serilmemiz an meselesi. Onun için ölçülere hâkim olmamız ve ahlâkımızı ölçü üzerine inşa etmemiz gerekir. Halkın âdetine değil Hakk’ın âdetine uymak gerekir.
Üzerimize vazife olan birincil işleri tespit ettikten sonra onlara eğilmek, ağırlık vermek, vakit ayırmak gerekir. Dolayısıyla muhabbetimizi, emeğimizi, dikkatimizi, vaktimizi mahşerde Rabbimiz’in bize hesap soracağı işlere ve kişilere hasretmeliyiz. Üstümüze vazife olmayan ikincil işlere o kadar önem, öncelik ve vakit vermemek gerekir.
Kısacası; kulun gerçek gündemi önce kendini, sonra ailesini, sonra çevresini Hak yoluna sevk etmektir. Kendimizi düzeltmeden ne ailemizi ne çevremizi ne ülkemizi ne de dünyayı düzeltebiliriz. Ne düşüncemizi ne işimizi ne de yolumuzu düzeltebiliriz.
O halde gerçek gündemimiz Allah’ın ve Resûlü sallallahu aleyhi vesellemin bize gösterdiği yolda yürümektir. Hangi işle, meslekle uğraşırsa uğraşsın, kulun usulü budur.