TARIF ETMEMIZ GEREKIRSE, BIZIM MEDENIYETIMIZE TAM OLARAK VE EN KÜÇÜK BIR ŞÜPHEYE MAHAL BIRAKMAKSIZIN “VAKIF MEDENIYETI” DEMELIYIZ. ÇÜNKÜ EN ÖNEMLI, EN BELIRGIN ÖZELLIĞI PAYLAŞMA VE DAYANIŞMA OLAN BIR MEDENIYET VAKIF MEDENIYETI KAVRAMINDAN BAŞKA ŞEKILDE TANIMLANAMAZ.
İnsanoğlunun dünya serüveninin toplamı, hiç de büyük olmayan bir bahçenin başından girip sonundan çıkmak gibi bir şey. İçinde kalıcı olmadığımız bu hikâyeden kalan, göçüp gittikten sonra ardımızda bıraktıklarımız olmalı.
Herkes, doğar, yaşar ve ölür. Kimisi hayırlarıyla kimisi de şerleri ile anılır. Kişinin ardında bıraktığı, kendisinden sonra insanların istifade edeceği eserlerine “sadaka-i câriye” denir. Bu manada hayatını insanlık için verimli işlere adamış kişiler için ölüm yoktur. İsimleri hafızalara ve tarihe kazınır. Sultan Alparslan’ı, Vezir Nizamülkmülk’ü, İmam Gazâlî’yi, Fatih Sultan Mehmed’i, Molla Gürani’yi, Akşemseddin’i, Kanuni Sultan Süleyman’ı, Ebussuud Efendi’yi ve isimlerini sayfalara sığdıramayacağımız medeniyetimizin mihenk taşı olmuş binlercesini hangi fani unutturabilir? Allah cümlesine rahmet eylesin. Onların inşa ettiği, halen yolumuzu aydınlatan mefkurenin izleri kıyamete kadar silinmeyecek.
Hangi Medeniyet?
Yaşadığımız şu dönemde pek çok kavramın içi boşalmış durumda. Olumlu anlamlar içeren bazı kelimeler türlü kötülüklerin üstünü örtmek için kullanılabiliyor. Medeniyet de bunlardan biri.
Medenî denildiğinde iyiliği öncelemiş, kalıcı faydalı işler yapmaya çalışan, etrafındaki her varlığa muamelesinde belirli bir düzeyin üzerinde olan, hakkı teslim edebilen ve adaleti yaymaya çalışan kişiyi anlamamız gerekiyor. Fakat günümüzde maddi refaha ulaşmış toplumlar, inanç ve ahlâk, adalet ve merhamet seviyelerine bakılmaksızın medenî olarak tanımlanıyor.
Oysa işin bizcesi şu: Şayet medeniyet görmek istiyorsak yüzümüzü, 1400 yıl önce insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkarmış, çağlar üstü anlam ve değerler bütününe medar olmuş Asr-ı Saadet’e ve sonrasında o güzergâhta yürüyenlere çevirmemiz gerekiyor. İlimde, ahlâkta, fikirde, sanatta, mimarîde, edebiyatta asırlar önce ortaya konulanların seviyesine bugün bile ulaşamamış olmak, o medeniyetin ve onu hayata geçirenlerin ne kadar büyük olduklarını gösteriyor.
Tarif etmemiz gerekirse, bizim medeniyetimize tam olarak ve en küçük bir şüpheye mahal bırakmaksızın “vakıf medeniyeti” demeliyiz. Çünkü en önemli, en belirgin özelliği paylaşma ve dayanışma olan bir medeniyet vakıf medeniyeti kavramından başka şekilde tanımlanamaz.
Sadece insanların değil, tüm canlıların huzurunu gaye edinen vakıf sistemi medeniyetimizin mayası. Öyle bir maya ki asırlar geçse bile etkisini asla yitirmedi. Dahası, gündelik hayatta ve artık küresel hale gelen sorunların çözümü için halen dimdik ayakta.
Diriye şefkat ölüye rahmet
İlki Hz. Ömer radıyallahu anh zamanında kurulan vakıflar; ihtiyaçları karşılamak, dertlere derman olmak, bugün modern devletlerin bile yapamadığı pek çok hizmeti görebilmek için yüzlerce yıl boyunca vazifelerini ifa ettiler. Özellikle Selçukluların ve Osmanlıların hüküm sürdüğü coğrafyalarda.
Vakıflar zengin ile fakir arasındaki uçurumu kaldırdılar. Toplumsal barışı tesis ettiler. Toplumsal ayrışmaların önüne geçip çatışmaları ortadan kaldırdılar. Ve böylece siyasî ve ekonomik istikrarın, dolayısıyla devlet nizamının sürekliliğine katkı sundular.
Özellikle Osmanlı Devleti’nin bu muhteşem mirasa sahip çıkarak gösterdiği duyarlılık, onun elinde serpilip gelişen medeniyete “vakıf medeniyeti” denilmesini sağladı. Fethettiği her yeri imar ve ihyâ etmeyi borç bilen Devlet-i Âliye, vakıfları ile dirilere şefkat elini uzattı, ölülere rahmet vesilesi oldu.
17. asrın meşhur seyyahı Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde kayıtlara düştüğü şu ifadeler, Osmanlı’nın nasıl bir vakıf devleti olduğunu gözler önüne seriyor: “Elli yıl boyunca on sekiz padişahlığa ve krallığa seyahat ettim. Ve hiçbir yerde bu kadar hayrata rastlamadım!”
Camiler, tekkeler, türbeler, medreseler, imarethaneler, kervansaraylar, hanlar, hamamlar, kuyular, su yolları, kemerler, aşevleri ve dârüşşifalar... Esirlerin özgürlüklerine kavuşturulması, fakirlere yiyecek ve yakacak temini... Borçlulara el uzatılması... Dul kadınlara ve muhtaçlara yardım edilmesi... Fakirlerin, kimsesizlerin cenazelerinin kaldırılması... Yaşlıların ve kimsesizlerin korunması... Öksüz çocukların emzirilmesi ve büyütülmesi... Hizmetçilerin efendilerinin hışmına uğramamaları için kırdıkları eşyaların yenilerinin alınması... Yetim kızlara çeyiz hazırlanması... Göçmen kuşların bakımlarının üstlenilmesi...
Kısaca, yardıma ve desteğe muhtaç her insana ve her canlıya hizmet etmeyi ilke edinen vakıflar, haddizatında bizi biz yapan değerlerin ete kemiğe bürünmüş hali olarak karşımızda duruyor.
Topluluk değil toplum olabilmek
Şimdilerde sürekli bir takım sorunları gündeme getiriyor, çıkışı bulamadığımız için hayıflanıyoruz. Belki de her şeyi devletten bekleme alışkanlığının sonucu bu. Ancak, on dört asrı aşkın süre birbirinden farklı milyonlarca insanın aynı büyük çatı altında huzurla yaşadığı devirler, bize hep aynı merkezi işaret ediyor: Vakıflar.
Bugün Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar sayıda vakıf faaliyet gösteriyor. Fakat altını çizmemiz gereken nokta şu: Toplumları var etmenin, devranı insanlığın hayrına döndürecek, hayatı ahirete azık olarak görüp “Mal odur ki hayra sarf oluna” diyebilecek nesilleri yetiştirmenin olmazsa olmaz şartı, vakıflara omuz vermektir. “Vakıf Medeniyeti”ni tarihin tozlu raflarından indirip uykudan uyandırabilmenin şartı da budur.
Yazımızı Fatih Sultan Mehmed Han’ın Ayasofya Vakfiyesi’ndeki şu çarpıcı ifadelerle bitirelim: “Bu vakfın ecr-ü mükâfatı Hayy ve Kerîm olan Allah’a, O’nun rahmetine, herkesi kucaklayan ihsanına, nimetine ve büyük fazlına aittir. Hiç şüphe yoktur ki Allah güzel amel işleyenlerin ücretlerini zayi etmez.”