“Harman, “çeç”in önce altı keskin çakmak taşı dizili dövenlerden geçirildiği, sonra da uygun rüzgârlarda savrularak “dene”siyle samanının birbirinden ayrıştırıldığı düzlüktür. Sapla samanı karıştırmayalım lütfen. Harman savurmanın ne demek olduğunu herkes gibi ben de biliyorum. “Har vurup harman savurmanın” israf etmek demek olduğunu da... Ancak bu deyimin “har vurup” kısmının ne demek olduğunu, daha doğrusu bir anlamı olup olmadığını ben de bilmiyorum. ‘Aliterasyon’ cinsinden şeklî bir sanat değilse tabii. Bir bilen varsa sevabına bana da öğretirse memnun olurum.
Bu bahis açılmışken bizim ordaki herkesçe bilinen yaygınlıktaki “Sen nerenin harmanını savuruyorsun?” kalıbını da hatırlamak gerekecek. Birine karşı “Sen nerenin harmanını savuruyorsun?” sorusuyla itiraz edildiğinde, “Senin söylediklerin şu anda, burada konuşulan konuyla ilgili değil, sen nerenin ve hangi zamanın sözlerini söylüyorsun ki?” denmiş olmaktadır.
“Harman Yeri” adı, eğer sadece farklı şeylerin bir arada bulundurulması anlamından öte, çelişkisizliği, tutarlılığı veya insicamı hedefleyen bir öngörüyse, aslında o da bir bakıma “Tevhîd Meydanı” demek olmuyor mu?
“Tevhîd” de zaten –olsa olsa bize farklı gelen parçaların ilâhî planda birleştirilip tekleştirilmesi demek değil midir?
Sözlerin Atası Ataların Sözü
Atasözlerinin de en az atalarımızınki kadar çeşidi vardır. Hz. Âdem babamızdan bu yana sanki bizim bütün atalarımız birbirinin tıpkısı mıydılar ki? Evet, birbirlerine bir bakıma çok benziyorlardı ama öte yandan parmak izlerine varıncaya kadar da birbirlerine hiç benzemiyorlardı.
İsterseniz başka bir biçimde soralım: İç yüzleri, ahlâkları, mizaçları bakımından hepsi incelikli, lâtif ve nezih miydiler? İçlerinde hiç kaba saba hatta küfürbaz olanı yok muydu? Melek miydiler?
Onların hepsi “okumadan âlim, yazmadan kâtip” idiyseler “akıl unutur, kâğıt uçar, ille defter ille defter” diyenler kimlerdi?
Onların çoğu konar göçer idiyse “bir evlek toprağın verdiğini padişah vermemiş” diyen yerleşikler kimlerdi? Üstelik bir Sivas atasözündeki gibi “bahçesi, ineği, tavuğu olmayan eve tâziyeye gitmeli” diyen, aşkla toprağa bağlı çiftçiler kimlerdi?
Elbette bunun tersine de örnekler verilebilir. Şüphesiz;
- “Ekin ekme eğlenirsin
- Bahçe dikme bağlanırsın
- Sür atını sür deveni
- Günden güne beğlenirsin”
diyerek yaylak kışlak arasında yazdan kışa mekik dokuyan Avşarlar gibi konar göçer atalarımız da vardı. Ama “yerinden oynayan yetmiş iki kadaya uğrar; en küçüğü ölüm” diyenler de...
Gördüğü bir kötülüğü bir türlü unutmayıp da “üstümde karış karış ot bitse unutmam” diyen kin sahipleri kimdi? “Yerdeki yüze ayak basılmaz” diyerek hatadan sonra özür dileyenin kabahatini affedip, yüze bile vurmayan engin gönüllü af sahipleri kim?
Uzun sözün kısası; “Falan atasözü ile filan atasözü aynı nezâhatte midir? Falan atasözü ile fişman atasözü aynı letâfette midir? Falan atasözü ile feşmekan atasözü veya festekiz atasözü aynı nefasette, aynı kararlılıkta aynı olgunlukta aynı toylukta aynı çocuksulukta mıdırlar?” diyerek atasözleri sayısınca soru sorup bütün farklılıkları vurgulayabiliriz.
Velhasıl atasözlerimizin dünyası rengârenktir. Hem seviyeleri hem dereceleri hem derekeleri farklıdır. Hem türlü türlü, hem çeşit çeşit, hem de türlü çeşittirler. Tesettürlüleri olduğu gibi açık saçıkları da, pek safları olduğu gibi “anasının gözü” olanları da, yaşını başını almış olanları kadar yeni yetmeleri hatta mini minnâcıkları da bulunur. “Ârife tarif gerekmez” deyip keselim.
- El içinde gezenin karnı büyük olmalı.
- Ayranı içmeli ama höpürdetmemelidir.
- Keskin bıçak olmak için çok çekiç yemeli.
- Kitabın yenisinden hocanın eskisinden okumalı.
- “Ver elini” dersen vermezler; “al elimi” demeli.
- Aklı tam olanın sözü az olur.
- Anne! Bahçede kuzu meledi de ben korkmadım!
- Aşını, eşini, işini bilen perişan olmaz.
- Bir avuç tarhana da olsa erbabına pişirtmeli.
- Ayağı ile yıkılan kalkar, diliyle yıkılan kalkamaz.
- Çocuk olursa ayağa verir, gelin olursa kola verir, ihtiyar olursa dile verir.
- Derdim derdim, bilen olsaydı derdim.
- Dil ipe de verir, ipten de alır.
- Düşünerek konuş, bakınarak otur.
- El ağızdan lâfını alır, derdini almaz.
- Elin can gözüyle bakmasından ananın yan gözü ile bakması iyidir.
- El yumruğunu yemeyen kendi yumruğunu değirmen taşı sanır.
- Elin türlü taamından bizim tarhanamız yeğdir.
- Gümüş yükünden umulmaz, yemiş yükünden umulur.
- Hem tayı alıştırıyorum hem dayımgile gidiyorum.
- Harmansıza güz gelmez, sağılansıza (sağılan hayvanı olmayana) yaz gelmez.
- Kişiyi “derler” ile “desinler” bitirir.
- Mangal var soba yok, kızın ha kızın; çarşı uzun para yok, gezin ha gezin!
- Sofra değilsin ki herkese açılasın.