Kadim Bir Çınar
Temsil getirmiyorum, mecaz yapmıyorum. Çengelköy’deki dokuz yüzyıllık gövdesiyle şimdi uzanmış yatan arkadaşı gibi, ihtişamını daha düne kadar taşımış olan Çubuklu sahilinin Halilağa Camii avlusundaki kadim çınar ağacından söz ediyorum.
Caminin giriş kapısına ulaşan hemen iki üç kıvrımlı daracık kısa yolda ve bir evin de kapısında, adam boyundan kesilmiş, iki yetişkinin kucaklayamayacağı genişlikte bir ağaçtan, şimdiki haliyle daha doğrusu bir ağaç gövdesinden...
Her sabah yolumun üzerindeydi.
Kaç yıllıkken kesildiğini bilmediğim bu çınarın yüzlerce yıllık ömür sürmüş olduğunu daha kimselere sormadan peşin bir ön kabulle biliyordum. Bunu, ağaç konusunda uzman olmasına gerek kalmadan hemen herkes söyleyebilirdi.
Tam yanından geçerken bastonumun ucuyla onun bu muhteşem artığına dokunmaktan hatta biraz sertçe dokunmaktan kendimi alamıyordum. Sebebi ise ondan gelecek tarihî bir uğultu, bir dokuz ses duymaktı. Evet, ondan bazan tok bir “dan!” sesi bazan da tıknaz bir “tın!” sesi geliyordu. Bu onun neresine dokunduğumla ilgiliydi. Demek ki ağacın içi, her noktasında aynı sağlamlıkta değildi. Ve için için bazı noktalarından çürümüştü. Haydi biraz daha insafla söyleyelim: Adeta çürümeye yüz tutmuştu. Evet! Bu benim dışarıdan görebildiğim kadarıydı. Halbuki bu ağacın hikâyesini hatta tarihini bilmeyi ne kadar isterdim.
Nitekim komşu evlerin sakinlerinden birkaçına sorduğumda, o çınarın hemen geçen yılın başlarında dibinden çürüdüğünü, zemine yakın bir kısmının ortadan çöktüğünü ve ikiye ayrılmış bu kökün içinden geçtiklerini öğrenecektim. Bu dar yol zaten yayalar içindi. Kısa aralıklarla dönüşleri olduğundan bu sokağı tanımayanlar için bisiklet ve motosikletle bile geçmeye yaramıyordu. Belki bu araçlarla, onlar da ancak yaya hızında olduklarında geçilebilirdi.
Günün belli bir zaman diliminde ceviz ağaçlarının fotoğraf çektiklerini duymuştum. Eğer çınar ağaçlarının da böyle bir hünerleri var idiyse kimbilir bugüne dek ne ilgi çekici pozlar yakalayıp, ne kadar geniş çaplı resimli hikâyeler biriktirmiş olabileceklerini düşünmeden edemedim. O doğrultuda bir takım hayaller kurmaktan, tasavvurlara dalmaktan da kendimi men edemedim.
Daha sonra ise tesadüfün değil tevafukun yardımıyla aynı gövdeyi o cami-i şerifin imamına sorduğumda, ağacın son yıllardaki hazin ve ibretlik hikâyesini de öğrenmiş olacaktım. Meğer Hoca efendi, bu muhteşem ağacın günümüzdeki acıklı gerçeklerinden geçmişteki destansı rivayetlerine kadar pek çok ahvaline vâkıfmış. Ondan öğrendiğimize göre bu çınar, miladî 1700’lü yılların başlarında Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın kemankeşliği ile ilgili birçok hikâyenin de konusuymuş.
Bu paşadan önce Nevşehir’in daha adının bile konmadığını, oranın sadece Muşkara adlı bir köy olduğunu bildiğimize göre, demek ki bu ağaç daha üç yüz yıl öncesinde bile muhteşem bir çınarmış.
Evet! İşte bu ağaç, hemen şu geçen yıla kadar ihtişamlı görünümünü koruyabilmişse de, önce gövdenin zemine bitişik ortasının çürüyüp çökmesiyle altından yayaların hatta bisikletlilerin geçebildiği iki ayaklı bir köprüye dönüşmüş. Daha sonra da için için çürüdüğü için günün birinde, bacak kalınlığındaki dalları umulmadık bir biçimde patır patır dökülüvermiş. Hatta o sırada altından geçmekte olan iki gençle biraz gerilerinden gelmekte olan bir ihtiyar, saniyeler farkıyla, ölüme ramak kala kurtulabilmişler.
Durumun ölüme her an davetiye çıkaran vahameti, kısa aralıklarla önce Beykoz sonra da Büyükşehir belediyelerine, yolun dar ve kısa olduğu halde işlekliği, üstelik yakınında bir de ilkokul bulunduğu gibi ayrıntılar eşliğinde intikal ettirilerek önlenmiştir. Bu yolla dalların budanması sağlanarak o zaman dayancalarla ana gövdenin bir müddet daha muhafazası mümkün olmuşsa da, dayancalara rağmen gövde gene de yatınca artık ancak bugünkü duruma getirilerek, yani adam boyunun üstünden kesilerek tehlike önlenebilmiştir.
Denizli, Boğazlı, nemli coğrafyasıyla ulu ağaçların da yetişmesine elverişli olan İstanbul’un bütün ağaçlarını, özellikle de böyle âbidevî ağaçlarını korumak ilk ağızda belediyelere düşse ve aklımıza belediyeleri getirse bile, hepimiz için ortak bir sorumluluktur. Bunun daha da önceliklisi ise insanlara karşı olan yükümlülük ve sorumluluklarımızdır.
– Peki, onun da daha önceliklisi var mıdır?
– Elbette vardır. O da “âmentü”ye gerçekten inananlara göre ve Rızâ-yı Bâri için yapılıp edilenler olsa gerektir. Vesselam.
Yumurtaların mı Soğuyacak!
Ya da “ya yumurtaları soğursa!” Davranılıp harekete geçilmesi gereken bir işte yerinden kıpırdamayan insanları kınamak için kullanılan bir söz kalıbıdır. Muhatap ikinci şahıs olursa başlıkta yazdığımız kalıp, üçüncü şahıs olursa ikinci kalıp kullanılır. Yani “Ya yumurtaları soğursa!” denilir. Aslında bu deyimde hem “istiare” hem de “istifham” sanatı yapılmaktadır.
(Siz bunlar da ne demek diye sormadan ben söyleyeyim: İstiare, bugün “benzetme” denilen söz sanatı. İstifham ise bildiğiniz soru cümlesi.)
Bu söz, göze batacak kadar hareketsiz ve tembel olanlar kuluçkaya yatmış tavuğa benzetildiği için istiare oluyor, cevabı bilindiği halde soruyormuş gibi göründüğü için de istifham.
Gahvâne Leñ leñciliği
Bu ibaredeki ilk kelime kahvehanenin mahalli söylenişidir. Leñleñcilik ise bir yansıma kelimenin tekrarı olup “n”leri Doğanbey’de geniz n’si olarak telaffuz edilir. Hatta geniz derkenki “n” de öyle söylenir.
Bir deyim olarak ifade ettiği anlama gelirsek, ancak eli boş insanların yapacağı düşünülen, ne dünyaya ne âhirete yarayan boş konuşmalar için kullanılır.
Kahvehanelerdeki bütün konuşmalar böyle olmamakla birlikte gene de bunlara “kahvehâne sohbeti” demekten itina ile kaçınılır. Çünkü daha samimi, daha sıcak hatta daha ulvî (yüce) konular için düşünülen “sohbet” kelimesi, “beşlik bozdurma”, “kafa ütüleme”, “atıp tutma”, “lâf ebeliği”, “çenebazlık, “dırdır” gibi düşük seviyeli lafazanlıklara yakıştırılmıyordu. Sohbet kelimesine karşılık olması için Türkçe kökten türetilen “söyleyişi” kelimesi ise daha yakın zamanların işidir.