Aramak

Hayat Buyur İçeri!

Ve kalb uzun süren görmeyişleri Kuru bir yaprağı kaldırır gibi kaldırırdı. Behçet Necatigil
Dünyanın dışında bir pencere, gökyüzü yüzümde. Şehir muntazam çizgilerle bir tablonun içinde bir resim sade... Yahut ben bu pencere çerçevesinin içinde cansız bir suretim sadece. Hayat akmıyor birinden diğerine. Kalkıp hayata varamıyorum, biraz hırs, biraz iş, biraz telaş, biraz gelecek, biraz devlet, biraz izzet, biraz hayat; diyemiyorum. Buradan gidemiyorum. ... Acıların sevinçlerin uzağında durduğumu biliyorum... Aşağıda kızılca kıyamet, yukarıda ben, bir esinti, bir kıpırtı bekliyorum. Yükseğindeyim tütmeyen bacaların, sığınılmayan saçakların, ısıtmayan ocakların, beklenmeyen yolların, verilecek hesapların. Şehir sislerin ardında bir rüya gibi... Köyünde bir yamaca durmuş, uzaklara dalıp büyük şehrin büyüklüğünü aklına sığdırmaya çalışan bir çocuktan farksızım.  Büyüklük karşısında o çocuk kadar aciz... Büyükten korkan o çocuğun ta kendisiyim; büyük adamlardan, büyük adımlardan, büyük laflardan... Büyüğün gözlerimin önünde gittikçe yayılan gövdesinden korkuyorum. Çocukluğun küçük, bahçeli evlerinden, kat kat yükselen binaların birinin balkonuna çıktıkça büyüyen gerçekten korkuyorum. Büyüğe eklemlenmek, büyüğe kaynamak, büyüğe alışmak istemiyorum... Küçük bir elma çekirdeği olmak istiyorum. Dopdolu ama küçük bir elma çekirdeği... Kendinden memnun küçük bir elma çekirdeği... ... Şehir nefes alıp veren bacaları olmasa bir ölüden farksız uzanmış yatıyor... Kıpırdamıyor hiçbir yeri. Oysa o çok büyüğün ‘şehrin’ içinde kaybolmuş küçük, kıpır kıpır, heyecanla yaklaşıyor pencereme. Bir türlü dikkatleri üzerine çekemeyen mahcup bir çocuk gibi... Kaçamak bakışları bir tesadüf bekliyor; resimlerini göstermek, şarkılarını dinletmek, şiirlerini söylemek için: Boncuk boncuk uğur böcekleri yapışıyor cama. Uzansam dallarını tutabileceğim dut, yem toplamak için sabırsızlıkla bekleşen serçelerle doluyor. Apartman çatılarının her birinde bir şehir kuruluyor. Kumrular bacalarda, kiremitten evlerinde oynaşıyor. Bir güvercin teleği dünyanın en yumuşak melodisi eşliğinde ağır ağır bir başına süzülüyor. Sararmış bir yaprak yanar döner ışıklar saçarak toprağa düşüyor. Koca kavağı bir rüzgar tutup sallıyor, yeryüzüne cömertçe çil çil altınlar saçıyor. Güneş bulutlardan sızıp ansızın sarıya kavuşuyor. Tarifsiz bir turuncu, gül kurusu, sonbahar buğusu kaplıyor ortalığı... Pencereler, camlar tutuşuyor bu ışıkla. Şehir herkesten habersiz, sessiz sedasız yanıyor. ... Bir hizadayım güneşle, ayla... Ankara’nın belki en tepesinde. Dizi dizi ince minarelerin, sarısından ağır ağır soyunan ince kavakların en tepesinde. Kuş bakışı... Kuşlarla bir ölçekte.. Martı Jonathan Livingston’un uçuş derslerini hatırlatan büyük bir mavilikte. ‘geçmişe ve geleceğe uçabilene kadar’ kanat çırpmaya yetecek bir mavilikte... Sabahtan akşama, oradan oraya uçuş denemelerinden bir an vazgeçmiyor kuşlar, Martı Jonathan’ın martılara tembihini duymuş gibi: ‘Düşüncelerinizin zincirinden kurtulun, bedenlerinizin zincirlerini kırın!’ ... ‘Kımıldayan perdenin az berisindeyim’... Şehir aynı şehir, ben aynı ben...  Bulutlar bir an aynı kalmıyor ama... Kuşlar bir an aynı kalmıyor; bana inat; alçıdan gövdeme, kireçlenmiş yüreğime inat bitmiyor gün boyu çırpınışları... Hayata dokunamayışıma inat bitmiyor ışığı, maviyi, bulutu kurşun gibi gün boyu binlerce kez delişleri... ... Hayat buyur içeri, işte penceremi açtım... ... Penceremden içeri ıslak, sarı, kuşlu bir sonbahar doluyor...
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy