Aramak

Hayat Dengemiz - Sahâbî Ahlâkına Muhtacız

Hz. Pey­gam­ber (s.a.v), Al­lah Te­âlâ’nın in­san­lı­ğa gön­der­di­ği son el­çi­dir. Kı­ya­me­te ka­dar bü­tün in­san­lı­ğı bu dün­ya­da hu­zu­ra, âhi­ret­te mut­lu­lu­ğa ka­vuş­tur­mak üze­re gön­de­ri­len “en gü­zel ör­nek­tir.” İyi­nin, doğ­ru­nun ve gü­zel ah­lâ­kın ta­nım­la­yı­cı­sı ve uy­gu­la­yı­cı­sı­dır. O, yir­mi üç yıl sü­ren el­çi­lik va­zi­fe­si­ni ifa eder­ken, ona des­tek olan, kol ka­nat ge­ren, onun­la ay­nı sı­kın­tı­la­rı pay­la­şan kut­lu ne­sil as­hâb-ı ki­râm. Ya­ni Al­lah Re­sû­lü’nün yol ve da­va ar­ka­daş­la­rı. Al­lah Te­âlâ’nın Kur’ân-ı Ke­rîm’de bir­çok âyet­te öv­dü­ğü, so­ru­la­rı­na ilâ­hî vah­yin ce­vap ver­di­ği, Fahr-i Kâ­inat Efen­di­mi­z’in (s.a.v) mü­ba­rek soh­bet ve na­zar­la­rıy­la ter­bi­ye ol­muş in­san­lar. Ha­yır­lı in­san­lar, al­tın ne­sil... Bir mü­min için, Pey­gam­ber’den son­ra Pey­gam­ber’e ar­ka­daş ola­bil­miş bu in­san­lar en bü­yük öne­mi ta­şır. Çün­kü Al­lah Te­âlâ, el­çi­si­ne ita­atin, ken­di­si­ne ita­at ol­du­ğu­nu fer­man bu­yu­ru­yor. Pe­ki sa­hâ­bî­ler ol­ma­say­dı pey­gam­be­re na­sıl ita­at edi­le­ce­ği­ni, ona na­sıl uyu­la­ca­ğı­nı, onun na­sıl se­vi­le­ce­ği­ni, söz­le­ri­ne kar­şı na­sıl dav­ra­nı­la­ca­ğı­nı kim­den öğ­re­ne­bi­lir­dik? Ger­çek­ten de Pey­gam­ber’e ulaş­ma­da as­hâb-ı ki­râm­dan baş­ka baş­vu­ra­bi­le­ce­ği­miz kim­se yok. İş­te bu se­bep­le Hz. Pey­gam­ber’den (s.a.v) son­ra bir müs­lü­man için en önem­li ör­nek sa­hâ­bî­ler­dir. On­la­rın gö­rüş ve ya­şan­tı­la­rı Kur’an ve sün­net­ten son­ra di­ni­miz­de en önem­li bil­gi ve hü­küm kay­na­ğı­dır. Al­lah Te­âlâ, sa­hâ­be-i ki­râ­mı in­san­lar ara­sın­dan en ha­yır­lı üm­met ola­rak seç­miş­tir: “Siz, in­san­la­rın iyi­li­ği için or­ta­ya çı­ka­rıl­mış en ha­yır­lı üm­met­si­niz” (Âl-i İm­rân 3/110) ve, “İş­te böy­le­ce si­zin in­san­lı­ğa şa­hit­ler ol­ma­nız, Re­sû­lün de si­ze şa­hit ol­ma­sı için si­zi mu­te­dil bir üm­met kıl­dık” (Ba­ka­ra 2/143) âyet­le­ri, ön­ce­lik­le ve doğ­ru­dan sa­hâ­be-i ki­râm­la il­gi­li­dir. Hz. Pey­gam­ber Efen­di­miz (s.a.v) sa­hâ­be-i ki­râ­mın yo­lu­na tâ­bi ol­ma­mı­zı emir bu­yu­ru­yor: “Be­nim sün­ne­ti­me ve doğ­ru­yu gös­te­ren ra­şid ha­li­fe­le­ri­min sün­ne­ti­ne uyu­nuz, on­la­ra ya­pı­şı­nız ve azı diş­le­ri­niz­le tu­tu­nu­nuz.” (Tir­mi­zî, İlim, 16; Ebû Dâ­vûd, Sün­net, 6; İbn Mâ­ce, Mu­kad­di­me, 6; Dâ­ri­mî, Mu­kad­di­me, 16). Yi­ne bu­yu­ru­yor­lar ki: “Üm­me­tim yet­miş üç fır­ka­ya ay­rı­lır. Bir ta­ne­si ha­riç hep­si ce­hen­ne­me gi­der.” Ora­da bu­lu­nan­lar so­ru­yor: “O bir ta­ne­si kim­dir ey Al­lah’ın Re­sû­lü?” Ce­vap ve­ri­yor­lar: “Be­nim ve as­ha­bı­mın üze­rin­de bu­lun­du­ğu yol­da olan­lar.” (Ebû Dâ­vûd, Sün­net, 1; Ah­med b. Han­bel, Müs­ned, 3/145; Ta­be­rî, Câ­miu’l-Be­yân, 4/32; Sü­yû­tî, ed-Dür­rü’l-Men­sûr, 4/286) Sa­hâ­be-i ki­râm, Kur’an li­sa­nı­nı bü­tün de­ğiş­me­ler­den uzak, en sa­de şek­liy­le bi­li­yor­lar­dı. Ay­rı­ca âyet­le­rin in­di­ril­me se­bep­le­ri­ni ve Al­lah Re­sû­lü’nün han­gi sö­zü­nün han­gi olay­la il­gi­li ol­du­ğu­nu ya­şa­ya­rak gö­rü­yor­lar­dı. Bu se­bep­le, Kur’an ve sün­ne­ti an­la­ma­da on­la­rın gö­rüş­le­ri­ni esas al­mak en ge­çer­li ve en doğ­ru yol­dur. Sa­hâ­bî­ler, yüz yü­ze bu­lun­duk­la­rı ilâ­hî vah­yi, biz­zat Al­lah Re­sû­lü’nün ne­za­re­tin­de bü­yük bir vecd ve tes­li­mi­yet­le ya­şı­yor­lar­dı. Bu ya­şan­tı es­na­sın­da kar­şı­la­rı­na çı­kan zâ­hi­rî ve de­ru­nî her tür­lü me­se­le Hz. Peygamber Efendimiz'in (s.a.v) ne­za­re­tin­de ve bü­tün in­san­lı­ğa bir ör­nek ol­mak üze­re çö­zü­me ka­vuş­tu­ru­lu­yor­du. Ay­rı­ca Al­lah Re­sû­lü’nün ha­ya­tın­da­ki olay­lar, on­la­rın baş­lı­ca gün­de­mi­ni oluş­tu­ru­yor­du. Onun tu­tum, dav­ra­nış ve ta­vır­la­rı­nı bü­yük bir has­sa­si­yet­le ta­kip edi­yor­lar­dı. Evet, her hal ve dav­ra­nış­la­rı biz müs­lü­man­lar için bi­rer ör­nek ol­ma­sı ge­re­ken bu pak, bu mü­ba­rek şah­si­yet­le­ri biz­ler aca­ba ne ka­dar ör­nek ala­bi­li­yor ve on­la­ra ne de­re­ce tâ­bi ola­bi­li­yo­ruz? Bi­rer müs­lü­man ola­rak on­lar gi­bi biz­ler de ay­nı di­ne men­sup, ay­nı emir ve ya­sak­lar­la mü­kel­le­fiz. On­lar o deh­şet­li çi­le as­rın­da, din­le­rin­den, da­va­la­rın­dan zer­re ta­viz ver­mez­ken, biz bu ra­hat za­man­da ne ka­dar Al­lah ve Re­sû­lü’nün emir­le­ri­ne dik­kat edi­yor ve ya­şı­yo­ruz? On­lar, zev­ki, lez­ze­ti, se­fa­yı, ra­hat­lı­ğı Al­lah ve ha­bî­bi­nin em­ri­ne ka­yıt­sız şart­sız tes­li­mi­yet­te bu­lur­ken; ni­çin biz­ler bü­tün zevk ve lez­zet­le­ri dün­ya­nın al­da­tı­cı gü­zel­lik­le­rin­de ve nef­si­mi­zin hi­le­ci tu­tu­mun­da arı­yo­ruz? Şu­ra­sı bir ger­çek ki, rab­bi­mi­zin iz­niy­le kı­ya­me­te ka­dar on­la­rın ah­lâk-ı ha­mi­de­le­riy­le ah­lâk­lan­mış, on­lar gi­bi İs­lâm di­ni­ni kav­ra­mış, an­la­mış bir züm­re, bir ce­ma­at bu­lu­na­cak­tır. On­la­rın o za­man üst­len­miş ol­duk­la­rı va­zi­fe­le­ri kı­ya­me­te ka­dar de­vam et­ti­re­cek olan bu züm­re, va­zi­fe­le­ri­ni bu­lun­duk­la­rı za­man ve şart­la­ra gö­re ta­viz ver­me­den üst­le­nip ye­ri­ne ge­ti­re­cek­ler­dir. As­rı­mız­da­ki İs­lâm top­lu­mu­na şöy­le bir göz gez­dir­di­ği­miz­de gö­rü­yo­ruz ki, on­la­ra ge­rek­ti­ği gi­bi tâ­bi olan­lar, on­la­rı ken­di­le­ri­ne ör­nek alan­lar, o Asr-ı sa­âdet ah­lâ­kı ile ah­lâk­lan­mış, sün­net-i ne­bî­nin ta­viz­siz ta­kip­çi ve tat­bik­çi­le­ri olan Al­lah dost­la­rı ve hi­da­yet­le­ri­ne ve­si­le ol­duk­la­rı mün­te­sip­le­ri­dir. Asr-ı sa­âdet’­te, bir sa­adet, bir hu­zur, bir rah­met ce­ma­ati... Baş­la­rın­da âlem­le­re rah­met ola­rak gön­de­ri­len, her şe­yin var oluş se­be­bi iki ci­han ser­ve­ri, Fahr-i Âlem  Efen­di­miz (s.a.v)... Gü­nü­müz­de ise ay­nı pak ce­ma­ati, ay­nı mü­cel­lâ top­lu­lu­ğu ken­di­le­ri­ne reh­ber edin­miş, ör­nek al­mış, on­la­rın nu­râ­nî ha­yat tar­zı­nı be­nim­se­miş, pak yol­la­rın­da yü­rü­me­ye ça­lı­şan, yük­sek ah­lâk­la­rıy­la ah­lâk­lan­ma­ya uğ­ra­şan, on­la­rı baş ta­cı edip on­la­ra tâ­bi ol­ma­yı ken­di­le­ri­ne şe­ref sa­yan bir züm­re, bir ce­ma­at... Baş­la­rın­da Fahr-i Ci­han’ın (s.a.v), “Pey­gam­ber­le­rin vâ­ris­le­ri­dir” di­ye öv­dü­ğü Al­lah dost­la­rı, mür­şid-i kâ­mil­ler... Biz­ler de müs­lü­man ola­rak, bu övü­len­ler züm­re­si­nin kıy­me­ti­ni çok iyi bi­lip on­la­ra ge­rek­ti­ği gi­bi tâ­bi ol­mak zo­run­da­yız. Zi­ra on­lar ol­ma­sa, dün­ya ha­ya­tın­da hu­zu­ru, ebe­dî ha­ya­tı­mız­da da bi­zi mut­lu­lu­ğa eriş­ti­re­cek ha­ki­kat­le­ri ya­şa­mak­tan mah­rum ka­la­cak­tık.
Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy