Aramak

Huzur Tamam da Can Güvende mi?

“ECEL DEĞİŞMEZ” DÜŞÜNCESİYLE NASIL YOLDA KARŞIDAN KARŞIYA GEÇERKEN SAĞIMIZA SOLUMUZA BAKMADAN SALINA SALINA YÜRÜMÜYORSAK, YÜZME BİLMEDEN DERİN SULARA DALMIYORSAK DEPREM HUSUSUNDA DA TEDBİRLİ OLMALIYIZ.

“Dünyada mekân ahirette iman” demiş büyükler. Barınma insanın en temel ihtiyaçlarından biri. Sokakların keşmekeşe döndüğü bu dönemde hiç kuşku yok ki evlerimiz huzur bulduğumuz güvenli limanlarımız. Sadece gürültüden, trafikten, kalabalıklardan, dışarının badirelerinden korunmuyoruz evlerimizde. Geleceği şekillendirecek nesilleri yetiştiriyor, eğitimin ilk ve en önemli kademesi olan aile ortamında hayırlı insanları inşa ediyoruz. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor: “Allah, size evlerinizi huzur ve dinlenme yeri yaptı...” (Nahl 80). Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de “Şu üç şey Âdemoğlunun saadetindendir: Sâliha bir hanım, geniş ev, rahat binek.” hadis-i şerifinde evin kıymetini zikrediyor.

Vaziyet böyleyken içerisinde bulunduğumuz dönemde caddelerin, alışveriş merkezlerinin cazibesi nedeniyle evlerde geçirilen vakitler mecburiyet miktarına indi, iyice azaldı. Aile fertleri neredeyse birbirilerinin yüzünü göremiyor. Evde inşa edilmeyen zihinler, her anlamda “dışarı”nın işgali altında kalıyor. Toplumsal gerilimlerin sebeplerini, “hiçbir şey neden eskisi gibi değil” sorusunun cevabını önce burada aramak lazım belki de. Peki, temsil ettiği mana ve muhteva bu kadar mühimken, evlerimiz fizikî olarak ne kadar güvenli?

İşin şakası yok

Deprem kuşağında yaşıyoruz. İki kıtayı birbirine bağlayan, dünyanın en stratejik coğrafyalarından biri olan ülkemizin büyük bölümünde deprem riski var. Tarihin her devrinde büyük depremlerle sarsılmışız. Çok geriye gitmeye gerek yok. Son yüz yılda ülkemizde meydana gelen ve şiddeti yedinin üzerinde olanları hatırlayalım: 1939 Erzincan, 1942 Erbaa, 1943 Ladik, 1966 Varto, 1976 Çaldıran, 1999 Gölcük, 1999 Düzce ve 2011 Van... Sadece bu depremlerinde 65 binden fazla vatandaşımız vefat etmiş.

Ve İstanbul... Uzmanların ısrarla üzerinde durduğu ve beklediği büyük Marmara Depremi için çizilen senaryolar ürpertici. Üç imparatorluğa başkentlik yapmış kadim şehir İstanbul’un bu husustaki mazisi de hiç iç açıcı değil. En son 1894’te vuku bulan, Yalova ve Sakarya’da da hissedilen ve “büyük hareket-i arz” olarak tanımlanan yıkımda Eminönü ve Fatih’teki pek çok yapı ile birlikte tarihi Kapalıçarşı da enkaza dönüşmüş. Öncesinde de İstanbul’da benzeri yıkımlar yaşanmış.

Tarih kaynaklarına göre 10 Eylül 1509’da saat 04.00 sularında hissedilen ve bugünkü tahminlere göre 8 şiddetinde olan depremin artçıları da tam 45 gün sürmüş. 109 cami, 1070 ev yerle bir olmuş. “Küçük kıyamet” denilen olayda Topkapı Sarayı, Ayasofya Camii, Edirnekapı, Yedikule, Fatih Camii, Anadolu Hisarı, Yoros Kalesi, Heybeliada, Burgazada, Silivri, Rumeli Hisarı, Kız Kulesi ve Galata Kulesi ağır hasar görmüş. Bursa, İznik, Bolu, Tekirdağ, Edirne ve Yunanistan’ı da etkileyen depremde yaklaşık beş bin kişinin öldüğü kayıtlara geçmiş. O zamanki nüfusu ve binaların çok büyük çoğunluğunun ahşap olduğunu dikkate alarak değerlendirmek lazım bu sayıyı. Bu depremde Padişah Bayezid-i Veli’nin büyük panik yaşadığı, uzun süre Edirne’de kaldığı bile anlatılıyor. Yine 1719, 1766 ve 1894’te de benzeri sarsıntılara hayli kurban vermiş İstanbul.

Şimdi ise 120 yıldan uzun süredir suskun olan Marmara fayının ne dehşetli enerji biriktirdiği konuşuluyor.

Allah’ın kaderinden yine O’nun kaderine

Hiç şüphesiz ölümün bizi nasıl ve ne şekilde bulacağı Âlemlerin Rabbi’nin takdirinde. Vakti ve saati asla şaşmaz. Ancak “Nasılsa gün gelir emr-i Hak vaki olur” diyerek tedbir almaktan geri durmak da yasaklanmış. Hz. Ömer radıyallahu anh salgın hastalık sebebiyle bir beldeye girmekten vazgeçince, “Hayırdır, Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sorulduğunda şu cevabı vermiş: “Evet. Allah’ın kaderinden yine O’nun kaderine kaçıyorum.”

Hayat sermayemizi ve beden emanetimizi imkânlarımız dahilinde korumakla mükellefiz. “Ecel değişmez” düşüncesiyle nasıl yolda karşıdan karşıya geçerken sağımıza solumuza bakmadan salına salına yürümüyorsak, yüzme bilmeden derin sulara dalmıyorsak deprem hususunda da tedbirli olmalıyız. Dünya gailesinden sıyrılarak kendimizi dinlediğimiz, dinlendiğimiz evlerimizin güvenli olmasına özen göstermek zorundayız. Riskli binalardan kaçınmalı, mümkünse içerisinde barındığımız yapıları dayanıksızsa yeniden yaptırmalı ya da en kötü ihtimalle güçlendirmeliyiz.

“Evimiz yalnızca vardığımız değil, etraf karardığında ışığı bulduğumuz yerdir” diyor bir filozof. Işığımız kendi elimizle söndürmeyelim. Tedbirimizi alıp, takdiri Allah’a bırakalım ve ona sığınalım.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy