İnsanız ve dünya gurbetinde türlü imtihanlarla sınanıyoruz. Bazen şeytana kanıp dünyaya aldanıyor, nefsimize yenilebiliyoruz. Bütün bunlar kulluğumuzun sınırlı vecibelerden ibaret olduğunu düşündürebiliyor bize. Bu anlamda yapmamız gereken ise açık. Kur’an ve Sünnet’e sıkısıkıya bağlanarak ibadetlerimizi ihlâsla, ilahî rıza için yerine getirmeliyiz. Farz ibadetlerin yanında sâlih amelleri de aksatmadan ifa etmeliyiz. Müslümanlığımızı hayatın her alanına yayarak gereklerini hakkıyla uygulamalıyız.
Halk arasında beş vakit namaz kastedilerek söylenen, “Kıl beşi, kurtar başı!” şeklinde bir söz vardır. Muhtemelen öneminden dolayı namaza dikkat çekmek ve teşvik etmek için iyi niyetle yapılan bir telkindir bu. Fakat böyle bile olsa kulluk vecibelerimizi sadece namaza indirgemek, ibadetlerimizin ahiret saadetini garanti eden bir bedel olduğu zannına yol açmak gibi tehlikeleri barındırdığı da muhakkak. Nitekim İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde hocalık da yapan merhum Mahir İz’e bir sohbeti esnasında;
– Hocam, “kıl beşi, kurtar başı” diyorlar, doğru mu? diye sormuşlar. Hoca merhum;
– Kurtulmaya vesile olabilecek bir beş var ama o sizin aktardığınızdan ibaret değil diyerek şöyle bir “beş” sıralamış:
“Kıl beşi, ye helâl aşı, güzel ve özenle yap her meşru işi, gözet mümin kardeşi, günahlarla buradan götürme ateşi.”
Sonra şunu da eklemiş:
“Bütün bunları yaptıktan sonra dahi ancak Rabbi’nin rahmet ve keremiyle başını kurtarır kişi!”
Mahir İz hocayı anmışken, 1974’te vefat eden bu Nakşî dervişinin şu sözünü de hatırlatıp, konumuza buradan devam edelim:
“Allah Tealâ’nın ve Rasulü aleyhissalâtu vesselamın istediği müslüman, cami içinde anlaşılmaz. Cami cemaati veya Arafat’taki cemaat, Allah Tealâ’nın bin bir emrinden sadece ikisini yerine getirmektedir. İnsanların Cenab-ı Hakk’ın ve Rasulü aleyhissalâtu vesselamın istediği müslümanlardan olup olmadığı, onların cami dışındaki işlerinden ve muamelâtından anlaşılır.”
Nasıl bir müslümanlık?
Cenab-ı Mevlâ Kur’an-ı Kerim’inde mealen, “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât 56) buyuruyor.
Buradan hareketle, Yüce Mevlâ’nın ve Rasulü aleyhissalâtu vesselamın istediği müslümanı kısaca, “Rabbine kulluk yahut ibadet eden müslüman” olarak tanımlayabiliriz. Çünkü ayet-i kerimede geçen ve meallerin “kulluk etsinler” diye çevirdiği “ya’budûn” fiili, “ibadet etsinler” manasına da geliyor. Yani kulluk etmekle ibadet etmek aynı şey aslında. İkisi de sözlük manası itibarıyla “boyun eğmek, itaat etmek” demek.
Ancak terim olarak kulluk; bir duruşu, kimliği, kimlik bilincini ifade ediyor ve buna “ubûdiyyet” deniyor. İbadet ise genelde bu kimlik veya bilincin gereği bütün tutum ve davranışları içeriyor. Özelde de “Allah Tealâ’yı zikir ve tazim için O’na duyulan şükür ve minneti ifade maksadıyla ifa edilen; namaz, oruç, hac ve zekât farzlarıyla bunların nafileleri” manasını taşıyor daha ziyade.
Burada kritik olan bir husus var. İbadetin bu özel kapsamı genel kapsamın ihmalini gerektirmiyor. Zira insan namaz, oruç, hac farizalarını ifa ettiği zamanlar dışında da kuldur ve Allah Tealâ’ya kulluk etmekle mükelleftir. Farzları eda ve haramlardan kaçınmak, önemli ve öncelikli olmakla birlikte, kulluk mükellefiyetlerimizin bir kısmını oluşturur. Sünnet’e uymak, müstehap olana yönelmek, mekruhlardan ve şüpheli şeylerden sakınmak da mükellefiyetlerimiz arasındadır. Hatta kulluk bilinci, mübah kapsamına giren sıradan işleri dahi, Allah Tealâ’nın hoşnutluğunu celp edecek tarzda gördürmek suretiyle sâlih amel kılarak ibadet katına yükseltir. Kaldı ki kulluk bilinci ile farz ibadetler birbirini tahkim ve ikame ederler. Kulluk bilinci farz ibadetleri daha özenli, istekli ve ihlâslı yapmaya, farz ibadetler de kulluk bilincini canlı tutmaya vesiledir.
Şu halde Cenab-ı Hakk’ın ve Rasulü aleyhissalâtu vesselamın istediği müslüman; her zaman, her yerde ve her işte kulluğunun icaplarını ihlâs ve iştiyakla yerine getirmeye gayret eden müslümandır. Böyle bir gayret şüphe yok ki ancak sahih bir kulluk idrakinin eseri olacaktır.
İbadet marifete tâbidir
Kulluk etmek, insanın öncelikle kul olduğunu bilmesini, kulluk idrakine sahip olmasını gerektirir. Kulluk idraki ise bir mabudun varlığını bilmenin ve kabul etmenin zorunlu sonucudur. Yani bir müslümanın kul olduğunu bilmesi ve bunun icaplarını yerine getirmesi, Allah Tealâ’yı yegâne ilah, yegâne mabud ve mevlâ olarak bilip tanımasına bağlıdır. Nitekim yukarıda mealini verdiğimiz Zâriyat suresi 56. ayet-i kerimesindeki, “bana kulluk/ ibadet etsinler” diye aktarılan ibareyi, İbn Abbas radıyallahu anhdan itibaren bir kısım müfessirler, “marifetullah” olarak anlamayı tercih etmişlerdir.
Gerçekten de kulun ibadet hassasiyeti marifeti nispetindedir. Bize şahdamarımızdan daha yakın olan Rabbimiz’in kalbimizden geçirdiklerimize varıncaya kadar her şeyi bildiğini, gördüğünü, işittiğini bilen bir müslüman elbette kulluk vazifelerini aksatmayacak, ibadetlerini ihmal edip baştan savmayacak, huzurda bulunmanın edebini her durumda muhafaza edecektir. Bu sebeple olmalı, eskiden, sonraları mahalle mektepleri diye anılacak sıbyan mekteplerinde çocuklara ilk öğretilen konulardan biri “Allah Tealâ’nın sıfatları” olur; onların böylece Rablerini tanıması amaçlanırdı.
Çocukların, fıtratlarındaki safiyeti muhafaza ediyor olmalarının da avantajıyla Cenab-ı Hakk’ın varlığını, birliğini, kudretini erken çağlarda kavramaları; mükellef olduklarında onları kulluk bilincine sahip, ibadetlerinde titiz ve samimi müminler kılardı.
“Kulları içinde ancak âlimler Allah’ın (kudret ve azameti karşısında) haşyet duyar.” (Fâtır 28) ayet-i kerimesi de bu hakikate işaret eder. Haşyet, “takva halinin gerektirdiği saygıya dayalı bir korku, Cenab-ı Hakk’ın büyüklüğü karşısında ürperme” demektir. Bu, sahih bir kulluğun alametlerindendir. Bahsedilen âlimler de nebîlerin vârisi olan, Efendimiz aleyhissalâtu vesselamın talim, terbiye, tebliğ ve örnekliğini sürdüren, hakikat ilmine vâkıf Rabbanî âlimlerdir. Nitekim hadis-i şerifte, “Âlimin âbide üstünlüğü, ayın yıldızlara üstünlüğü gibidir.” (Tirmizî, İlim 19) buyurulurken de böyle âlimler kastedilmiştir.
Âbid, âlim ve ârif
Özellikle tasavvuf erbabı, bu hadis-i şerifteki gibi bir “âlim-âbid” yahut “ârif-âbid” karşılaştırmasını çokça yapar ve her defasında da âlim veya ârifin âbide olan üstünlüğünü vurgular. İnceliklerine dikkat edilmez ise yanlış anlamalara yol açabilecek bir meseledir bu.
Âbid, “ibadet eden” demektir ve söz konusu mukayeseler bu manasıyla âbidleri asla küçümseme kastı taşımaz. Çünkü âlim sayılmanın olmazsa olmaz şartlarından biri, kişinin ilmiyle amel etmesi, yani bütün ibadetlerini noksansız yapmasıdır. İrfan sahibi olmanın alameti de kulluk ve ibadet hassasiyetidir. Üstelik marifetin makbul olanı Allah Tealâ’ya ibadet ve taatle yaklaşarak elde edilenidir. Nitekim ilmin ve marifetin zirvesi olan Fahr-i Kâinat Efendimiz aleyhissalâtu vesselamın ibadete olan düşkünlüğü herkesin malûmudur. Geçmiş ve gelecek günahları bağışlandığı halde Rabbine şükretmek için geceler boyu mübarek ayakları şişinceye kadar namaz kılan bir kul peygamberdir O.
Şu halde bu tür karşılaştırmalarda âbid kavramına biraz daha farklı bir mana verilmektedir. Mesela hadis şârihlerinin bir kısmı, yukarıdaki hadis-i şerifte geçen “âbid” kelimesinin, “ilim yoksunluğu sebebiyle ibadetlerini ruhuna nüfuz edemeden şeklen yerine getiren kişi” manasına kullanıldığı kanaatindedir. Âlimin ise ilim irfanı sebebiyle huşû ve ihlâsla ifa eylediği ibadetlerinin kıymetini anladığını belirtirler. Bir kısmı da âbid için “nafile ibadetler yapan” tanımını kullanır; hadis-i şerifin, “ilim öğrenmek nafile ibadetten efdaldir” mesajı taşıdığını söyler.
Bir haberde bildirilen, “Bir saat tefekkür, kırk gece (veya bir sene) ibadetten daha hayırlıdır” sözü de böyledir. Tefekkür de ilim öğrenmek gibi hükmî ibadetlerdendir. Tefekkür, hem mahlûkatın yaratılışındaki mükemmellik, kâinatın işleyişindeki kusursuzluk ve ikram edilen nimetlerin bolluğu üzerinde düşünüp, buradan Cenab-ı Hakk’ın ilmi, kudreti ve keremine dair marifete ulaşmaya hem de zikrullaha vesile olduğundan nafile ibadetlerden daha üstün tutulmuştur.
Korku ile ümit arasında
Âbid, daha yaygın bir kabulle, “özel dairedeki ibadetleri Allah Tealâ’nın rızasını değil cennet nimetlerini kazanmak için yapan kimse” diye anlaşılmaktadır. Ulema, kulun cennet ümidi ile ibadet etmesini, kulluğun düşük bir derecesi saymakla birlikte bunu câiz görmüşlerdir. Fakat yine de bu durum kişiyi Allah Tealâ’nın rahmetine değil, ibadeti sebebiyle kendisine güvenip kurtuluşa erenlerden olduğuna inanmaya, ibadeti ile kibirlenmeye sevk etmek gibi bir tehlikeyi barındırır. Yahut kişinin ibadetlerini ahiret saadetinin fidyesi gibi görmesi, kendisini ya ihlâsını ihmal edecek ya da takatini aşacak tarzda nafileleri çoğaltmaya yönlendirir. Bu hususta Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem, “(Nafile ibadetlerde) orta yolu tutunuz, (istikamet üzere) dosdoğru olunuz. Biliniz ki hiçbiriniz ameli sayesinde kurtuluşa eremez!” ikazında bulunmuştur. Ashabın, “Siz de mi kurtulamazsınız ey Allah’ın Rasûlü?” sorusu üzerine de şöyle buyurmuştur:
“(Evet) ben de... Ancak Allah Tealâ rahmet ve keremiyle beni bağışlarsa o başka.” (Müslim, Münâfikîn 76, 78)
Bu ikaz ümitsizliğe ve ibadetlerin önemsizliğine yorulmamalıdır. Evet, geniş anlamıyla ibadetler yahut sâlih ameller kurtuluşumuzun bedeli değildir. Bize neyin sâlih amel olduğunu öğreten de, onları yapmaya muvaffak kılan ve kabul eden de Rabbimizdir. O’nun bahşettiği bir nimeti kendimizden bilip cenneti satın alma hakkı olarak O’na sunmak, kulluk edebine aykırıdır. Fakat ibadetler başka hiçbir gaye gütmeden sadece Allah Tealâ’nın emrine ittiba ve rızasını kazanmak maksadıyla yerine getirilirse, O’nun bunları kurtuluşumuza bahane yapması, rahmet ve keremine vesile etmesi umulur.
İlahî rızanın ikramı
“Ey iman edenler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin, hayır işleyin. Umulur ki kurtuluşa erenlerden olursunuz.” (Hac 77) mealindeki âyet-i kerimede de ibadetlerin kurtuluşa vesile olabileceği “ihtimal”ine işaret buyurulur. İhtimal, her iki yönde de tahakkuk edebileceği için kulun ahiret hesabı konusunda ümitvar olmak kadar korkmasını da gerektirmektedir. Sahih bir kulluğun alâmetlerinden biri de havf (korku) ile reca (ümit) arasında olmaktır bu yüzden. “Âbid” derken bazen bu ihtimali kesin bir kurtuluşa çevirecekleri zannı ile ibadet edenler kastedilir.
Âbidlik zannedilen bir anlayış da Allah Tealâ’ya yaklaşmanın, O’nun rızasını kazanmanın, ibadet deyince akla gelen belli vecibelere indirgenmesidir. Özellikle namaz ve oruç gibi farzlarla bunların nafilelerinde fark edilir bir hassasiyet sergileyenlerin, aynı hassasiyeti mesela insanlarla münasebetlerinde, işinde, ahlâkında, tüketim tarzında göstermemesi böyle bir anlayıştan kaynaklanıyor olmalıdır. İşin doğrusu âbidlik görüntüsü ile gündelik hayattaki tutum ve davranışlar arasındaki uyumsuzluk, bu tür ibadetlerde sergilenen fark edilir hassasiyetin de sıhhatini sorgulanır hale getirmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de emir buyurulan ve Efendimiz aleyhissalâtu vesselam tarafından öğretilen ibadetlerimiz Cenab-ı Mevlâ’ya kulluğumuzun ikrarıdır. O’nu mabud bildiğimizin, O’na tazim, şükür ve minnetimizin, O’nun karşısında aczimizi itirafın ifadesidir. Rabbimizi hatırlamanın, O’na yakınlaşıp marifet kesbetmenin vesilesidir. Yegâne maksat, böylece Allah Tealâ’nın rızasına nail olabilmektir. Bu sebeple vakti, kuralları, miktarı belirli ibadetlerimize “Allah rızası için” diye niyet ederek başlarız.
İbadetler karşılığında vaadedilen ecir yahut sevap işte bu kazanılması umulan ilahî rızanın ikramıdır. Allah Tealâ’nın rızasını umarız ama kazandığımızdan emin olamayız. Dolayısıyla sevabı ilahî rızanın ikramı değil de kıldığımız namazın, tuttuğumuz orucun zorunlu bir karşılığı, kendi gayretimizin bedeli gibi görmek takvaya aykırıdır. Bu anlayış her ibadete kendince bir sevap biçmekte, adeta ahirette bir alacak listesi olarak Allah Tealâ’ya sunmak üzere bu sevapların çetelesini tutmaktadır. Çeteleyi kabartmak için makbul olduğuna peşinen inandığı ibadetlerinin kalitesine değil, sayısına önem vermektedir. Kulluk bilinciyle değil, alışveriş mantığıyla yapılan sağlıksız bir âbidlik tarzıdır bu. Hasbî (Allah rızası için) değil, hesabîdir. Halbuki dua için el açtığımızda, yahut mesela hâcet namazına durduğumuzda bile maksat bir şeyler talep etmek gibi görünse de, esas olan aczimizi itiraf ile Rabbimiz’in kudret ve merhametine ilticadır.
Kulluk bilincinden yoksun olunca
İnsanız ve dünya gurbetinde türlü mihnetlerle sınanıyoruz. Bazen sürçtüğümüz, istikametimizi kaybettiğimiz oluyor. Zaman zaman şeytana kanıp dünyaya aldanıyor, nefsimize yenilebiliyoruz. Bütün bunlar kulluğumuzun sınırlı vecibelerden ibaret olduğunu düşündürebilir bize. Hayatın bütününü kuşatan kulluk sorumluluğumuzu unutabiliriz. Farz olan ibadetlerimize dahi istekle, iştiyakla, severek yönelmekte sıkıntılarımız olabilir. Belki ibadetlerimizin devamlılığında, şekil şartlarına riayette, samimiyetinde eksiklerimiz vardır. Kalıp âbiddir de kalp âbid kılınamamıştır henüz. Gaflet, ibadetlerimizde de yakamızı bırakmamıştır. Yahut dışa vurmasak da namazsız niyazsız insanlara bakıp aksatmadığımız namazlarımızla, oruçlarımızla içten içe kibirleniyoruzdur. Böyleyse eğer, bunları yok saymak yahut bir kalp sızısı olarak muhafaza etmek yerine gidermenin yolu aranmalıdır.
İbadetlerimize ilişkin bu ve benzeri zaaflar, ihmaller, arızalı kabuller evvela sağlıklı bir kulluk bilincinden yoksun olduğumuzu gösterir. Çünkü İmam Kuşeyrî rahmetullahi aleyh, Risâle’sinde ubûdiyyetin, yani kulluk bilincinin alâmetlerini şöyle sıralar:
- Kalben Yüce Mevlâ’ya yönelmek ve O’nunla meşgul olmak.
- Allah Tealâ’nın emir ve yasaklarına titizlikle uymak.
- Cenab-ı Hakk’a zevk, muhabbet ve iştiyakla kulluk etmek.
- Her işi sâlih amel kılmak.
- Allah Tealâ’dan razı olmak, her şeyi O’ndan bilmek, nimete şükretmek, musibetlere ve zorluklara sabretmek.
- Mahlûkata hoş nazarla bakmak.
Böyle yapamıyorsak kulluk bilincinden yoksunuz demektir. Kulluk bilincinden yoksunluk ise Cenab-ı Mevlâ’yı yeterince tanımamaktan, marifet eksikliğinden kaynaklanır. “Kendini tanıyan Rabbini tanır” denilmiştir. Kim olduğumuzu yani kulluğumuzu bilmeyince Rabbimizi tanımıyor, O’nun kudretini, rahmetini unutabiliyoruz bu yüzden. Öyleyse çare Rabbimizi tanımak yani marifetullahtır. Bunun için ihlâsla ifa edilecek ibadetler imkândır, tefekkür imkândır, zikir imkândır, ilim öğrenmek imkândır, Allah dostlarıyla ünsiyet imkândır.
Marifetullah ve sâlih amel
Allah Tealâ’yı tanımak imanı, iman da sâlih ameli gerektirir. Rabbimizin rızasına vesile olacak, İslâm’ın ölçülerine göre iyi, güzel, faydalı her iş, eylem veya davranış sâlih ameldir. İbadetin, “Allah Tealâ’ya kulluk ve kurbiyyet (yaklaşma) maksadıyla yapılan veya sakınılan her türlü davranış” şeklindeki geniş tarifinden de anlaşılacağı üzere bunlar hükmen ibadet sayılır. Kaldı ki Kur’an-ı Kerim’de bazı ayetlerde, “Allah’a kulluk/ ibadet ediniz” buyurulduktan sonra; namaz, oruç, hac, zekât dışında bir kısım sâlih ameller de sıralanır. Bakara suresinin 83. ayet-i kerimesinde Allah Tealâ’ya kulluk emrinin ardından namaz ve zekâtın yanında “ana babaya, akrabaya, yetim ve yoksula iyilik etmek; insanlara güzel söz söylemek” de zikredilir. Başka ayet-i celilelerde de mesela, “yakın ve uzak komşuya, yanımızdaki dostumuza, yolcuya ve elimizin altında bulunan çalışanlarımıza ihsanda bulunmamız” (Nisâ 36), “ölçüyü ve tartıyı tam yapmamız, insanların haklarını eksik vermekten ve yeryüzünde bozgunluk çıkarmaktan sakınmamız” (A’râf 85) Allah Tealâ’ya kulluk etmenin şartları olarak emir buyurulur.
Esasen pek çok ayet-i kerimede imandan sonra sâlih amelin zikredilmesi, müminlerin her defasında “iman eden ve sâlih amel işleyen” kimseler olarak nitelenmesi, iman-amel münasebetini göstermeye kâfidir. Bu münasebet karşılıklı etki şeklindedir. Sâlih ameller de dahil, ibadetler imanın sevkiyle hayat bulur. Hayat bulan ibadetler ise kulu Rabbine yaklaştırarak imanını güçlü kılar.
Burada unutulmaması gereken bir başka husus da şudur: Geniş anlamıyla ibadet olan sâlih ameller, dinde yerine getirilmesi istenen şekli, miktarı, kuralları belli farz ibadetlerin yerini tutmaz. Onların önemini ve değerini azaltmaz. Mesela “çalışmak da ibadettir” deyip namazı terk etmek olmaz.
Şevkle yapılan ibadetler
Allah Tealâ’yı tanımak O’nu aşk derecesinde sevmeyi gerektirir. Zira O’nu tanıyıp da sevmemek mümkün değildir. Yaratan O’dur; nimet veren, esirgeyen, bağışlayan O’dur. Mutlak cemâl ve kemâl sahibi olduğu içindir ki en güzel isimler O’nundur.
Aşk, iddia olmaktan çıkıp hâle dönüşmüşse aşktır. Büyük bir iştiyakla Cenab-ı Mevlâ’ya yakınlaşmaya, kavuşmaya, hep O’nu anmaya yönlendirir kulu. Âşık bu uğurda her türlü meşakkate severek katlanır, O’na ulaştıracak her vesileyi ne kadar zor olursa olsun fırsat bilir. O’nun kendisinden beklediği kulluğu ihmalden, rızası hilafına davranmaktan şiddetle sakınır. En çok vefasızlıktan, nankörlükten, ahdine sadakatsizlikten, O’nu unutmaktan korkar. Sırat-ı müstakim üzere O’na doğru yol alırken vuslatı geciktirecek en küçük sürçmelerden korunmak için bile sürekli teyakkuz halindedir. Takva budur ve tezat gibi görünse de aslında aşk derecesindeki muhabbetullahın iktizası bir korkudur.
İşte bunun içindir ki Rabbini tanıyıp O’nu seven kul, bu sevginin ispatı olarak sâlih ameller de dahil, bütün ibadetlerine canu gönülden yönelir. Aşkla, zevkle, ihlâsla ifaya koyulur. Hesap yapmaz, Rabbinin rızası dışında başka hiçbir maksada kalbinde yer vermez.
İbadetlerinin yaşattığı itminan, Allah Tealâ’ya yaklaşmanın, O’nu zikretmenin, O’nunla mülâki olmanın eseridir. Çünkü “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.” (Ra’d 28) buyurulmuştur. Bu itminan hissinin kazandırdığı sevinç, huzur ve ferahlığı daim kılmak için zikrini daim kılar. Devamlı zikir, Rabbimizi sadece dil ile anmaktan ibaret değildir. Her işimizi, her davranışımızı, “Bunu nasıl yaparsam Cenab-ı Mevlâ’nın hoşnutluğunu kazanırım” düşüncesiyle sâlih amel haline getirmektir.
Böyle değilse, ibadetlerimizi aşksız, gönülsüz, zorlanarak, üşenerek yapıyorsak Allah Tealâ’yı tanımak konusunda sıkıntılarımız var demektir. Çözüm yine tefekkürde, ilim öğrenmekte, Cenab-ı Hakk’ın sâlih kullarıyla hemhal olmaktadır.
Şeytanın hilelerine düşmemek için
İbadetlerimizi ihmalden, âdet haline getirmekten, gereken hassasiyeti göstermeyip gelişigüzel ifa etmekten kaynaklanan feyzsizlik elbette insanı rahatsız eder. İşte şeytan tam burada devreye girer. “Yaptığın ibadet zaten bir şeye benzemiyor; terk etsen de olur” diye fısıldar kulağımıza. Üstünkörü ibadet etmektense vazgeçmenin Rabbimiz’e hürmet adına daha doğru olduğunu düşündürür. Çünkü terk kararımızın arkasında, kırık dökük ibadetlerimizin Allah Tealâ’nın şanına layık olmadığı gibi suret-i haktan görünen bir gerekçe vardır. Şeytanın oyununa gelmemek, insanı kulluğundan büsbütün uzaklaştıracak böyle bir tehlikeden sakınmak gerekir.
Doğru olan, Allah Tealâ’ya kullukta ısrar ve kulluk vazifelerimizi daha düzenli, daha doğru, daha ihlâslı yapmaya çalışmaktır. Büyükler böyle durumlarda sünnet-i seniyyeye daha çok sarılmayı tavsiye ederler. Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselama hitaben gelen bir ayet-i kerimede mealen şöyle buyurulmaktadır:
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Âl-i İmrân 31). Umulan odur ki Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin sünnetine uymak, Allah Tealâ’nın bizi sevmesine, böylece kusurlarımızı bağışlamasına, ibadetlerimizi de ihlâs ve iştiyakla aksatmadan yapabilmemize vesile olacaktır.
Efendimiz aleyhissalâtu vesselam kullukta da “usve-i hasene: en güzel örnek”tir bizim için. Farz olan ibadetler dışında, ahlâkı ve sâlih amel kıldığı tutum ve davranışıyla da bize nasıl kulluk edeceğimizi göstermiş, Cenab-ı Hakk’a kulluğun külfet değil, şeref olduğunu öğretmiştir.
İnsanın hürriyet, izzet ve şerefi kulluğundadır. Ehl-i irfan, büluğ çağına eriştikleri zamandan bahsederlerken, “mükellef olduk” demek yerine “müşerref olduk” derlermiş. Kısaca insan, ibadet ve sâlih amel teklifine muhatap olmakla şereflendirilmiştir. Öyleyse bu şerefi muhafaza için de o ibadet ve amellere itina edilmelidir.