Aramak

İki Doğu İki Batı

MÜSLÜMANLAR OLARAK IKI ASIRDIR KENDI YERIMIZE DE, KENDI YÖNÜMÜZE DE YABANCIYIZ. BU YÜZDEN BATI’NIN ÇIZDIĞI DÜNYAYI DA BELLETTIĞI KAVRAMLARI DA SORGUSUZ SUALSIZ KABUL EDIYORUZ.

Mehmed Âkif, yakın dostu müzisyen Şerif Muhiddin Targan’ın 1924 yılında memleketi terk ederek Amerika’ya gitmesi üzerine “Şark’a Dâvet” şiirini yazmıştı. Orada şu mısralar vardır:

Yanık bağrında yıllardır kanar mızrâbın yâdı / Gel ey bîçâre Şark’ın Şark’a küsmüş evlâdı!

Âkif burada kendisini Şarklı yani Doğulu olarak tanımlamanın yanında bir de Şark için “bîçâre” kelimesini kullanıyor. Bu kelime “çâresiz, zavallı” demek. Bu sadece Âkif’e ve o döneme has bir niteleme değil aslında. Yaklaşık iki asırdır kendimizi Şarklı ve bu sebepten “bîçâre, geri, edilgen, zavallı” hissettiğimiz açık.

Kimin Doğusu?

Avrupa bütün dünyayı sömürgeleştirme atağının zirvesinde, yani 19. asrın başında kendini “Batı” olarak tanımladığı için Doğu yönündeki Osmanlı ve İslâm memleketlerini; ayrıca Hindistan, Japonya ve Çin’i de “Doğu” olarak tarif etti.

Batı, her alanda kendini yücelttiği için kendi coğrafî konumunu da yüceltti. İnsanları deri rengine bakarak bile üstün veya aşağı kabul eden Batı’nın coğrafî yönlere göre başka toplumları geri addetmesi şaşırtıcı değildir. Asıl şaşırtıcı olan, Osmanlılar başta olmak üzere müslümanların ve diğer Asyalı toplumların bu aşağılamayı içeren “Doğu” kavramını candan benimsemesidir.

Yani “Doğu” bizim kendi adımız değil, Avrupa’nın bize verdiği bir isimdir. Ama biz bu ismi gönüllü olarak kabul etmiş durumdayız. “Biz Doğulular...” diyerek nutuklar atıyoruz, kitaplar yazıyoruz, ders anlatıyoruz. Bize göre Batı yüce, parlak, ileri; Doğu ise zavallı, gariban, geri...

Bu algıdan türetilmiş bir sürü anlamsız lâflar nesilden nesile aktarılıyor. Neymiş, “Batı akıl, Doğu duygu” demekmiş. “Batı göz, Doğu kulak medeniyeti” imiş. “Batı rekabet, Doğu dayanışma” demek imiş. “Batı rasyonel, Doğu mistik” imiş. “Batı birey, Doğu cemaat” demekmiş. “Batı’da toplum, Doğu’da devlet esasmış.” “Batı’da çoğulculuk, Doğu’da despotizm” olurmuş. Daha neler neler... Fakat bütün bu yanlış hatta saçma ikilemelerin hepsinin altında yatan aynı aşağılık kompleksidir.

Bizim “Şark” veya “Doğu” dediğimiz “Orient” Latince’de “güneşin doğuşu, doğu” anlamındaki “orientem” kelimesinden türemedir. Kök anlamı “yükselmek” demektir. İlginçtir, bir yöne yöneltmek, yöneltmek anlamındaki “orient” fiili de aynı kelimedir. “Orient” kelimesinin zıddı “Occident”tir. Yani “Garb” veya “Batı.” Bu kelime de “gökyüzünde güneşin battığı yön” anlamındaki Latince “occidentem” kelimesinden gelir ki o da “batmak, aşağı inmek” anlamındaki “occidere” fiilinden gelir. Arapça’daki karşılığı olan “Garb” da benzeri anlamdadır. Fakat bu kelimenin başka bir anlamı daha vardır. “Ayrı olmak, tuhaf olmak” anlamında da kullanılır. Dilimizdeki “garib, gurbet, garabet, gariban” kelimeleri bu anlamdan türemiştir.

Başkasının gözüyle bakınca

Kısacası, müslümanlar olarak iki asırdır kendi yerimize de yönümüze de yabancıyız. Bu yüzden Batı’nın çizdiği dünyayı da bellettiği kavramları da sorgusuz sualsiz kabul ediyoruz. Mesela bugünkü dünya haritası... Halbuki bu harita, İngiliz’e göre çizilmiş bir haritadır. Çünkü bu haritanın merkezi Greenwich’dir. Bu ise İngiltere’nin başkenti olan Londra’nın bir semtidir. Bu haritayı İngilizler 1880’lerde dünyaya kabul ettirdiler. Böylece üzerinde güneş batmayan İngiliz İmparatorluğu dünyaya kendisini merkez olarak kabul ettirmiş oluyordu. Ama sadece coğrafyanın değil, zamanın da... Çünkü bugün dünyanın neresinde olursanız olun saatinizi GMT’ye göre, yani Greenwich Ortalama Saati’ne göre ayarlıyorsunuz. Her ülkenin, bölgenin, şehrin saati Londra saatine göre belirlenir. Demek ki İngiltere dünya haritasının merkezine kendisini koyarak sadece mekânın değil, zamanın da merkezine koymuş oluyor.

Bütün bu örneklerden anlıyoruz ki coğrafya sadece denizler, ırmaklar, dağlar, ovalar demek değildir. Sadece boylamlar, enlemler demek de değildir. Coğrafya yani mekân aynı zamanda bir anlam alanıdır. Mesela “Ortadoğu” kavramına bakalım. Dünyanın gördüğü büyük sömürgeci güç olan İngiltere kendisine göre en uzakta olan Doğu topraklarına “Uzak Doğu”, daha yakın olan bölgeye ise “Yakın Doğu” dedi. “Ortadoğu” dediğimiz “Middle East” kavramı 1876’da ilk defa “Mezopotamya” kavramının eşanlamlısı olarak kullanıldı.

Sonra, “Doğu” kavramına olduğu gibi bu kavrama da edilgenlik, aşağılama, gerilik enjekte edildi. Bugün dünyada Ortadoğu dendiğinde akla terörizm, savaşlar ve katliamlar geliyor. Halbuki Ortadoğu denilen bizim mahallemiz belki de dünyada en az savaş görmüş yerlerden biridir. Aslında tarihte Avrupa kadar savaş görmüş başka bir yer yoktur. İngilizler ve Fransızlar 19. asırda fitne çıkarana kadar bu bölge de huzur içindeydi. Bizse bunu bilmeden “Ortadoğu bir bataklıktır” veya “Ortadoğu tarihi savaş ve gözyaşıyla yazılmıştır” türünden saçmalıkları tekrarlayıp duruyoruz.

Çoğu kısmı Osmanlı’nın hakimiyetindeki “Ortadoğu”da yaşayanlar kendilerini “Ortadoğulu” olarak anmaya başladığı anda en büyük kaybı yaşadılar. Çünkü Batı’ya karşı yenilmemizin ilk basamağı kendi isimlerimizi, kendi kavramlarımızı kaybetmektir. İsmi kaybolanın cismi de kaybolur.

Bulanık kavramlar bulanık zihinler

Osmanlı için “Şark” veya “Doğu” meselesi denildiğinden beri bir kargaşa içindeyiz. Kendimizi kaybettiğimiz, kendimiz olmaktan çıktığımız için Doğu’yu Batı’yı, yerimizi yurdumuzu birbirine karıştırıyoruz. Cenâhı, cânibi, ciheti birbirine karıştırıyoruz. Yolu ve yönü de birbirine karıştırıyoruz. Müslümanların, iki asırlık gaflet uykusundan uyanmak için önce kendi elleriyle inşa ettikleri bu kafesten çıkması gerekir.

Dünyada müslümanların birliğini ifade eden “İslâm coğrafyası,” “İslâm âlemi” tâbirleri de sandığımızın aksine nispeten yeni kavramlardır. Abdülhamid döneminde ortaya atılmıştır. Amaç, İngilizlerin ve Fransızlar’ın İslâm toplumlarını hızla sömürgeleştirme çabasına karşı müslümanların birliğini sağlamaktı. Osmanlı Devleti bu hususta hilafetin merkezi olarak bir “garantör” gibi hareket etmiştir. “Vatan” kelimesinin bugünkü anlamı da nispeten yenidir. Aslında “kişinin doğup büyüdüğü yer, şehir” anlamından bugünkü anlamına evrilmesi Fransız etkisiyle Osmanlı’nın son asrında oldu.

Bu kavramların ne kadar tutarlı olduğu bir yana, bugün müslümanların dünyayı algılamasında bazı çarpılmalara yol açtığı da görülüyor. Müminler bütün yeryüzünün insana musahhar kılındığını unutup, kendilerini çoğunlukla İngiliz, Fransız ve Ruslar’ın çizdiği siyasî sınırlarla sınırlandırıyorlar. Halbuki “fetih” kelimesinin bile “açmak” anlamına geldiği bir medeniyet, kendini ne mekânda ne zamanda ne de düşüncede bir yerlere sığıştıramaz.

Kısacası bizim yer sorunumuz yok, yön sorunumuz var. Dünyanın kime göre neresinde olursak olalım, yönümüz Hakk’a doğru olmalıdır. Çünkü iman nimetinin yeri yurdu yoktur. Müslümanın vatanı her yerdir. Müslümana yabancı bir yer yoktur. Aksine o her yerin yerlisidir. Mümine her yer secdegâhtır. Rabbimiz her yerde hâzır ve nâzırdır.

O halde bu enginliği muhafaza edelim. Rabbimiz’in Rahmân Suresi’nin 17. ve 18. ayetinde buyurduğu gerçeğe uyarak bütün âlemi kuşatan bir düşünce, iş ve yol tutturalım: “O, iki doğunun da Rabbi, iki batının da Rabbidir. Artık Rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?”

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy