Aramak

Kadife Eldiven, Demir Yumruk

Müslüman Türk devletlerini tek cümle ile tarif edin denilse, öyle zannediyorum ki çoğumuzun ağzından şu kelimeler dökülür: “Mazluma ümit, zalime korku!” Bu veciz tanımlamanın, üç kıtada uzun yıllar hüküm sürmüş Devlet-i Âliyye yani Osmanlı Devleti ile bire bir örtüştüğünü de özellikle söylemeliyiz. Çünkü Osmanlı; ırkına, nesebine ve rengine bakmadan, kimliğini asla sormadan aman dileyen herkese kucak açan millet olarak adını tarihe altın harflerle yazdırmıştı.

Onun mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu yıllardan 90’lı yıllara kadar iç meseleleriyle uğraşmaktan sınırları ötesine ilişkin adımlar atamamıştı. Darbeler, muhtıralar, sokak olayları, siyasî ve ekonomik krizlerle mücadele ederken, başka topraklarda bulunan ve zulüm altında hayatlarını idame ettirmek zorunda olan, açlığa ve sefalete terk edilmiş mazlumlara yardım etmeye fırsat bulamamıştı. Türkiye, 1980’lerin sonuna ve 90’ların başına tekabül eden süreçte küresel arenada mevcudiyetini yavaş yavaş hissettirse de, 2005 yılıyla birlikte iyiden iyiye göstermeye başladı. Ve bugün, henüz tam olarak istenilen seviyeye ulaşılamamış olsa da Türkiye, olması gerekeni yerine getiriyor.

Yıkılan önyargılar

Batı’nın müslümanlara, hususiyetle de Müslüman Türkler’e karşı düşmanlığının kökenini 1071 Malazgirt Zaferi’ne dayandırmak mümkün. Sultan Alparslan’ın, kahraman ordusuyla Avrupa’nın en önemli siyasî gücü olan Bizans’ı bozguna uğratması kıtada geniş yankı uyandırmış, İmparator Mihail Dukas ve Papa VII. Gregory ilk haçlı seferi çağrısını yapmıştı.

Tam 382 yıl sonra Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u fethetmesi ise düşmanlığı zirveye çıkarmış, İslâm’ı ve müslümanları karalamak için o günden bu yana kadar bin türlü yola başvurmalarına neden olmuştu.

Batı, kendi zulümlerinin üstünü örtmeye, Ortaçağ karanlığında yaşananları hafızalardan silmeye çalışsa da kitaplar, Türkler’in Konstantinapol’e saldıracağının duyulmasından sonra halkın “Latin külahındansa Osmanlı sarığını yeğleriz” dediğini yazıyor.

Batı’nın sözde medeniyeti her ne kadar Osmanlı’yı ve vârislerini “barbar” diyerek aşağılamaya, gözden düşürmeye çalışsa da toplumlar arası etkileşim kurulduğunda zihinlerdeki bulutlar dağılıyor. Türkiye’nin, son yıllarda attığı adımlar ve yaptığı çalışmalar tarihin derinliklerinde kalan, unutulmaya yüz tutmuş pek çok kavramı nasıl hakkıyla taşıdığını ispatlıyor. Çaldığı her kapıya, dokunduğu her gönüle dünyada adaletin, merhametin, paylaşmanın, yardımlaşmanın ve kardeşliğin bitmediğini, tükenmediğini anlatıyor. Üstelik bunu kelimelerle değil, mütebessim çehresiyle ve güven veren duruşuyla gerçekleştiriyor.

Mazlumun olduğu her yerde

“Gönül coğrafyamız” diye bir kavram var, malum. “Şüphesiz ki müminler kardeştir” (Hûcurat 10) maelindeki ayet-i celilede, hangi sınırlar içerisinde yaşarsa yaşasın, rengi ne olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun iman edenlerin kardeş olduğu buyruluyor. Haritanın en uzak noktasında bile üzerimizde hakkı olanlar var. Yalnızca din kardeşlerimiz değil, mağdurların tamamını koruma düsturu, düşene el uzatmayı bizler için sorumluluk haline getiriyor.

Türkiye, işte bu nedenle büyükelçilikleriyle, TİKA’yla, Yunus Emre Enstitüsü’yle, Kızılay’la, AFAD’la, Türkiye Maarif Vakfı’yla ve her biri vücudunu taşın altına koyma erdemliliğiyle çabalayan gönüllü sivil toplum kuruluşlarıyla kadim geleneğin ve inancın kendisine yüklediği vazifeleri yerine getirme yolunda ilerliyor.

Artık 1944’te topraklarına sığınan kardeşlerini Boraltan Köprüsü’nde Ruslar’a teslim eden, 1992’de Dağlık Karabağ’da masum kadın ve çocukları kurtarmak için kendisinden istenen 4-5 adet helikopteri vermeyen, Filistin’deki, Çeçenistan’daki, Afrika’daki, Uzak Doğu’daki katliamlara sessiz kalan bir Türkiye yok. Bu gayret, üzerimize yapıştırılmaya çalışılan bazı yaftaların izlerini de temizliyor.

Çünkü Türkiye’nin uluslararası alanda takındığı tavır, küller altında kalan sımsıcak korları gün yüzüne çıkararak tüm dünyayı ısıtıyor. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” stratejisi, Türkiye’yi sürekli dışarıdaki yılanlar ve içerideki çıyanlarla mücadele etmek zorunda bırakmıştı. Şimdi mazlumun olduğu her yerde Türkiye var. Ve onun eli, elbette gücü ve imkânları nispetinde ezilenlere kadife eldivenle, ezenlere de demir bir yumruğa dönüşerek muamele ediyor. Bu elbette kolay değil. Fakat aklımızdan çıkarmayalım; tarihi zora, hatta imkânsız gibi görünene tâlip olanlar yapar.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy