Aramak

Kalp Ürpertisi

“İman edenlerin Allah’ı zikir ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.”

(Hadîd 16)

Yüce Mevlâ bu ayet-i celilede gaflet içinde yaşayan müminleri uyanışa, gafletten kurtuluşa davet eder. Zikrullah ve Kur’an-ı Kerim ile kalplerde Allah korkusunun tecelli etmesini tavsiye buyurur. Kalplerin Allah Tealâ’nın zikrine karşı yumuşayarak, bununla huzur bularak, emirlere yapışıp yasaklardan kaçınarak Cenâb-ı Hakk’ın itaatine koşma zamanının geldiği, artık gevşekliği bırakmak gerektiği hatırlatılır. İslâm’ın bütün delilleriyle ortada olduğu ihtarıyla, geçen zaman ile kalpleri kasvet içinde kalmış Hıristiyanlar ve Yahudiler gibi yanlışa düşmemeleri emredilir.

Hem sıkıntı hem rahmet

Ayet-i celilenin nüzûl sebebi hakkında çeşitli rivayetler bulunsa da müfessirler genel olarak şöyle naklederler:

Müminler Mekke’de sıkıntı içindeydi ve ibadete büyük bir ciddiyetle sarılıyorlardı. Medine’ye hicret ettikten bir süre sonra bol rızık ve nimete kavuştular. Aradan on üç sene kadar geçmişti ki, içlerinden bazıları ibadet ve taat hususunda daha önceki hallerine nazaran biraz gevşeklik gösterir gibi oldular. İşte bunun üzerine ayet-i celile indi.

Evet; bazen sıkıntılar kul için rahmet vesilesidir. Celâl tecellisi olan musibetler, kişiyi gafletten uyandırması bakımından aslında birer iyiliktir.

Nakledildiğine göre, bir gün bu ayet-i kerime Hz. Ebu Bekir r.a.’ın yanında Yemâme’den bir cemaat bulunurken okunmuş. O zatlar ayet-i celileyi dinleyince ağlamaya başlamışlar. Hz. Ebu Bekir r.a. da onlara bakarak şöyle demiş: “İşte biz de böyleydik. Fakat kalplerimiz kasvete düştü.”

Daima huşû hali

Ayet-i celile okunduğu zaman dikkat çeken ilk husus, burada bir ihtar ve azarlamanın olduğudur.

Fakat bu azarlama, ayetin nüzulüne sebep olan sahabiler için bir yerme ya da kınama değildir. İmanın kemâl ile İslâm’ın izhar olması için şevk ve heyecan uyandırıp, gelecekte de o heyecanın sönmemesi için yapılan bir teşviktir. Bu sebeple iman ehline, “Allah Tealâ’nın zikrine ve bildirilen hakikatlere huşû ile boyun eğip itaat etmenin vakti gelmedi mi?” buyuruluyor.

Ayet-i celilenin Arapça aslında geçen “tehşea: huşûa ulaşmak, huşû duymak” ifadesi üzerinde biraz durmak, huşûun doğru anlaşılması ve ayet-i celilenin manasının tam manası ile idrak edilebilmesi açısından yolumuzu aydınlatacaktır. Peki, huşû nedir?

Huşû, en yalın haliyle gönülden yalvararak Cenâb-ı Hakk’a tazim ile boyun eğmektir. Huşû hali korku ve sevgiyle karışık bir şekilde Yüce Mevlâ’nın azamet ve celâli kaşısında nefsin isteklerine gem vurmakla hâsıl olur. Bu da kalbin bütün gayret ve düşüncesini toplamak suretiyle Allah Tealâ’nın huzurunda hâzır bulunarak elde edilir.

Huşû, uzuvlar için de kullanılır. Kalp huşûlu olursa, uzuvlar da bu hale bürünür. Böyle bir kimseye şeytan yaklaşamaz. Âlimler huşûun yerinin kalp olduğu konusunda görüş birliğindedir.

Nakledilir ki, âriflerden biri belini bükmüş, başını eğmiş, gözlerini yummuş vaziyette oturan bir adam gördü. Ârif, o adama göğsünü işaret ederek;

– Huşû buradadır, omuzlarda değildir, dedi.

Ebu’d-Derdâ r.a. bir keresinde;

– Nifak huşûundan Allah’a sığınırım, dedi. Kendisine;

– Nifakın huşûu nedir, diye sordular. Şöyle cevap verdi:

– Bedeni huşû halinde görürsün ama kalbinde yoktur!

Fudayl b. İyaz k.s. de “Önceki büyükler, bir kimsenin dışındaki huşûun içindeki huşûdan fazla olmasını hoş bulmazlardı.” demiştir.

Huşûya böylece değindikten sonra “İman edenlerin Allah’ı zikir ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürpermesi” ifadelerine geçelim.

Huşû, en yalın haliyle gönülden yalvararak Cenâb-ı Hakk’a tazim ile boyun eğmektir. Huşû hali korku ve sevgiyle karışık bir şekilde Yüce Mevlâ’nın azamet ve celâli kaşısında nefsin isteklerine gem vurmakla hâsıl olur.

Zikir kelimesi

Müfessirler, ayet-i celilede geçen “zikr”i iki farklı şekilde açıklar:

Birincisi, “Hangi lafızla olursa olsun Allah Tealâ’nın ismini zikretmektir.” Bu, zikrin genel anlamıdır. Ayet-i kerimede mealen şöyle buyurulur:

“Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfal 2)

İkinci açıklama, “zikir”den kasıt Kur’an-ı Kerim’dir. Çünkü onun bir ismi de “zikir”dir. Ayet-i kerimede mealen şöyle buyurulur:

“...Sana da bu zikri (Kur’an-ı Kerim’i) indirdik ki kendilerine indirileni insanlara anlatasın...” (Nahl 44)

Açıklamaya çalıştığımız ayet-i kerimede zikir ayrı, Kur’an-ı Kerim’e işaret eden ifadeler ayrı vârid olduğu için, burada zikrin birinci anlamı tercih edilebilir.

İman heyecanı

İman, bilgi ve sevgi halini bir arada ihtiva eder. Bu halin neticesi olarak Hak Tealâ’nın emir ve yasaklarına göre hayırlı işlere teşebbüs etmeyi ve güzel ahlâk ile ahlâklanmayı gerektirir.

İmanla dirilen kalplerde ilk duygular kuvvetlidir. Bu yüzden muhabbet hali daha baskın olur. Fakat kalp, yalın muhabbetle hem bilgi hem de imanın gerektirdiği işler bakımından olgunluğa ulaşmış bir kalp gibi yüksek faziletlere eremez. Yaptığı işlerde, gösterdiği tepkilerde usule uygun hareket tarzına sahip olamaz.

Diğer taraftan, geçen zamanla duygular eskir, neşesini kaybeder. Kalpte gevşeklik ve ağırlık meydana gelir. Bundan dolayı insanlar gibi toplumlar da dinî heyecanlarında bir başlangıç, gençlik, olgunluk; sonra da ihtiyarlık gibi halden hale geçerek çeşitli devirler yaşar. Kişiler ve toplumlar çeşitli vesilelerle heyecanını yenileyerek, ölümden sonra yeniden dirilmek gibi hayat kazanır ve kemalâtını gerçekleştirebilir.

İslâm, Allah Tealâ’yı tanıma ile bütün âleme Cenâb-ı Hakk’a kavuşma coşkusu getirmiştir.

Bu neşenin sona ermesi elbette düşünülemez ve hiçbir istekle değiştirilmesi söz konusu olamaz. Gelecekte elde edilecek hiçbir makam, mevki ve nimet zevki de bu iman ve İslâm coşkusunun dışında düşünülemez.

Allah Tealâ’nın rızası bütün mutlulukların gayesidir, öyle olmalıdır. Ashab-ı Kiram o coşkuyla imana ve İslâm’a sarılıyordu. Müşriklerin türlü işkenceleri altında ümitsizliğe düşmeden, gevşeklik göstermeden “Allah birdir! Allah birdir!” diyerek Cenab-ı Hakk’ı zikretmek suretiyle imanın coşkusunu ve kemâlatını ilan eden Bilâl-i Habeşî r.a. gibi sahabiler, hep o heyecanla ayakta duruyordu. İşte bu coşku günden güne artarak, yükselerek “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım...” (Mâide 3) gününe doğru bir tekâmül sergiledi.

Şüphesiz ki Ashab-ı Kiram’ın kalbi daha imanlarının ilk anından itibaren huşû ile çarpıyordu. Onlar en faziletli asrın, Asr-ı Saadet’in birer ferdi idiler. Bununla beraber, insanların kemâle erme basamaklarındaki kabiliyetleri ve her mertebedeki huşû dereceleri farklı olduğu için, ilk zamanlarda ashabın tamamında aynı terakki ortaya çıkamamıştı. İşte bu ayet-i celile, İslâm toplumunun Allah Tealâ’yı zikir, O’nun hükümlerine tam bir huşû ve teslimiyet içinde harekete geçme zamanının geldiğini hatırlatır. Enfâl suresinde mealen buyrulduğu üzere;

“Müminler ancak, Allah zikredildiği zaman kalbleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfâl 2)

Özetle, iman ehli dün olduğu gibi bugün de aynı iştiyaka, azme, ruha sahip olmalıdır. Önceden kendilerine Tevrat ve İncil verililip de sonradan dalâlete düşenlerin durumundan ders çıkarmalıdır. Çünkü onların kalplerinde, peygamberlerinden sonra katılık ve kasvet meydana geldi. Allah Azze ve Celle adına yapılan zikir ve nasihat kendilerine tesir etmez, hakka boyun eğmez ve hak neşesi duymaz oldular. Böylece “...Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da katıdır...” (Bakara 74) şeklinde ifade edilen hale düştüler.

Ehl-i Kitap, işte bu katılaşmanın neticesinde farklı görüşlere, inançlara kapıldılar ve kitaplarındaki hükümleri değiştirerek bid’atlar icat ettiler. Onların haline düşmemek, katı kalpli ve fâsık olmamak için gayret göstermek gerekir. Allah Tealâ’nın zikrine önem vermeli, O’nun Kur’an-ı Kerim’deki vaaz ve uyarısına, indirdiği hükümlere itaat etmeli ve yumuşak kalpli olmalıdır.

Nitekim ayet-i celiledeki uyarı, adeta işin başında huşûun bulunmamasının, neticede kişiyi fıska götüreceğine dair bir işarettir.

Kalp ürpermez ve katılaşırsa

Bu ayet-i kerimede Âlemlerin Rabbi’nin ikazı, aslında Ashab-ı Kiram vasıtasıyla kıyamete kadar gelecek bütün müminleredir. Nasıl ki Kur’an-ı Kerim’i okurken o an bize iniyormuş gibi okumak evlâ ise, mana iklimini de aynı hislerle anlama gayretinde olmak gerekir.

Ayet-i celilenin tefsirini yaparken İmam Kuşeyrî rh.a. Letâifü’l-İşârât’ta kalbin katılaşması bahsinde şöyle bir açıklama yapar:

“Allah Tealâ’nın zikri dışında çok konuşmayın; çok konuşmak kalbi katılaştırır. Kalp katılığının neticesi gaflet ve kasvet; kalp yumuşaklığının nişanesi ise ibadetlere düşkünlüktür. Katılaşmış kalp Rabbi’nden uzaktır.

Kalbin katılaşması nefsin isteklerine uymaktan ileri gelir. Şehvetle kalp safiyeti bir arada bulunmaz. Kalbin katılaşmasının sonucu ise kalbin Rabbi’ne yönelmekten uzaklaşmasıdır. ”

Kalbin mühürlenip kapanması nasıl olur? Bu konu ile ilgili olarak merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili Tefsiri’nde hüsn-i hat sanatıyla ilgili bir uygulama üzerinden vermiş olduğu örnek çarpıcıdır:

“Malum olduğu üzere mühürlenmek; zarf, kap, örtü ve kapı gibi şeylerde olur. İnsanların kalpleri de, ilimlerin ve bilgilerin zarfları ve kapları gibidir. Ne kadar anlayışımız varsa orada saklıdır. Kulak da bir kapı gibidir, duyulan şeyler oradan girer. Şu halde kalbin mühürlenmesi zarfın mühürlenmesine; kulağın mühürlenmesi kapının mühürlenmesine benzer. Peygamber Efendimiz s.a.v. bir hadis-i şeriflerinde buyurmuştur ki: ‘Günah ilk defa işlendiği zaman kalpte bir siyah nokta olur. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar ederse kalp yine parlar. Etmez de günah tekrarlanırsa o leke artar. Sonra arta arta bir dereceye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar.’ (İbn Mâce, Zühd, Bab 29 ; Tirmizî, Tefsir-i Sure-i Mutaffifin, 1)

‘Hayır! Onların işleyip kazandıkları şeyler kalplerinin üzerine pas tutmuştur.” (Mutaffifîn 14) buyruğundaki pas da budur.”

Sonuç olarak denilebilir ki, kalbinde huşû bulunan mümin, azalarıyla Allah Tealâ’nın emir ve yasaklarına uygun bir hayat sürer. Huşû halinin eksilmesini kendine dert eder. Bunun içinde sürekli murakabe halindedir. Bir eksilme gördüğünde derhal telafi etmenin yollarını arar. Böylece Cenab-ı Hakk’ın zikrine ve indirdiği Kitab’a karşı kalbi daima ürperti halinde bulunur.

Hak Sübhânehû ve Tealâ en iyi bilendir.

Your experience on this site will be improved by allowing cookies Cookie Policy