KANAAT
“Kanaat”, sözlüklerde “razı olma, az ile yetinme, ikna olma, elindekine razı olma gibi anlamlara gelir. Tasavvuf dilinde de aynı anlamda kullanılır. Fakat “kulun kendine düşen paya razı olması” ve “elinde bulunmayanlara karşı isteği, beklentiyi terk etmesi” anlamları öne çıkar.
Bu tariften de anlaşılacağı üzere kişinin kanaati ile insanlardan beklentisi ters orantılıdır. Yani kanaati çok olanın beklentisi az, kanaati az olanın beklentisi çoktur. Sûfî az ile yetinmeyi bilen ve başkalarının elindekilere göz dikmeyendir. Kişi ancak kanaatle helal rızıkla yetinir, haramdan da uzak durur.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, müminin izzet sahibi olmasının yolunun kanaatten geçtiğini şöyle ifade buyurur: “Cebrail gelerek bana şöyle dedi: Ey Muhammed, istediğin kadar yaşa, sonunda öleceksin. İstediğin kimseyi sev, sonunda ayrılacaksın. İstediğin şeyi yap, sonunda karşılığını göreceksin. Şunu muhakkak bil ki, müminin şerefi gece ibadete kalkmasıdır. İzzeti ise Allah’ın kendisine verdiğine kanaat edip, insanlardan bir şey beklememesidir.”(Beyhâkî, Ebu Nuaym)
Efendimiz, bir başka hadis-i şerifinde ise “Gerçek zenginlik mal çokluğu değil, manevi doygunluktur.”(Buhârî) buyurarak kanaatin bitmek tükenmez bir hazine olduğunu söylemektedir.
Sûfîler kendi meşreplerince kanaatle ilgili birçok tanım yapmışlardır. Bu tanımların hepsi kanaatin bir yönünü öne çıkarması bakımından isabetlidir. Mesela bir sûfî, “Kanaat, alışılan ve benimsenen şeylerin bulunmaması halinde huzur içinde olmaktır.” derken bir başka sufi; “Kanaat, müminin kalbinden başka bir yerde oturmayan bir sultandır.” buyurur. Ebu Turab Nahşebî hazretleri ise; “Kanaat Hak Teâlâ’dan gıda (ve güç) almaktır.” der.
Sahabe-i kiramdan Sa’d b. Ebî Vakkas radıyallahu anh hazretleri oğluna şöyle nasihat etmiştir: “Oğlum! Zenginlik isterken onunla birlikte kanaat de iste. Çünkü kanaat sahibi olmayanı hiçbir servet zengin etmez.”
Şu halde gerçek zenginlik mal ve mülk sahibi olmak değil, kanaatkâr olmaktır.
Süfyan es-Sevri kuddise sırruhû hazretleri zühd halini kanaatkâr olmak şeklinde açıklar ki, bu da kişinin başkasının elindekileri arzulamaması demektir. Çünkü Allah Teâlâ dilediğine çok, dilediğine az verir. Kulun vazifesi çalışmak ve Rabbi’nin kendisi için takdir ettiğine rıza göstermektir. Elinde bulunanı beğenmeyen kişi aslında Rabbi’nden razı değil demektir. Zâhid ise Rabbi’nden razı olan kuldur. Bu sebeple kanaat onun en belirgin sıfatıdır.
Hammad b. Zeyd kuddise sırruhû hazretleri; “Zühd ve kanaat sahibi olmak kadar şeytanın belini kıran bir şey yoktur.” buyurarak, şeytana karşı güçlü durabilme yolunun kanaatten geçtiğini ifade eder. Çünkü kanaatkâr bir kul hırslarından arındığı, insanlardan beklentisini yok ettiği için şeytanın ayartmalarına karşı güçlü hale gelmiştir.
Kanaatkâr olmak, yani insanların elindekinden ümidi kesip sadece Hak Teâlâ’ya yönelmek kişiyi özgür kılar. Nitekim Zunnun Mısrî kuddise sırruhû hazretleri, “Kim kanaatkâr olursa zamane insanından rahata erer ve herkesten üstün olur.” buyurmuştur. Vehb b. Münebbih kuddise sırruhû hazretleri ise; “Zenginlik ile onur ‘kimin yanında kalalım’ diye dolaşırlar; kanaatkâr birine rastladıklarında onun yanında kalırlar.” buyurarak, kanaat ehlinin ulaştığı güzellikleri dile getirir.
Ebû Hâzim kuddise sırruhû hazretlerine
– Servetin nedir, diye sorduklarında dedi ki:
– İki şey. Biri Allah Teâlâ’dan razı olmak, diğeri de insanlardan müstağni kalmak yani bir şey istememek...
– O halde fakirsin, denilince de şu cevabı verdi:
– Yerler, gökler ve bunların arasındaki şeyler Allah Teâlâ’nın mülkü iken ve ben de O’nun ihlaslı bir kulu iken nasıl fakir olurum!
Şu halde kanaat, Allah’a tam bir tevekkülün sonucunda ortaya çıkar. Tevekkülün, kalbin hiç zorluk çekmeden Rabbi’ne güvenmesi; tevekkül ehlinin de insanların elinde olandan yüz çevirmiş kişi olduğu hatırlanırsa, kanaatkâr olmanın ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar.
Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ; “Yeryüzünde kımıldayan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’ın üzerine olmasın.” (Hûd 6) buyurmaktadır. Bu ayet-i kerime ile Allah, tüm canlılara rızık ulaştıranın kendisi olduğunu ve böylece sadece O’na güvenmemiz gerektiğini beyan etmektedir. Yani Allah Teâlâ, lütuf ve ihsanıyla tüm varlığın rızkını kendi üzerine almıştır.
O halde kul kanaatkâr olmalıdır. Fakat kanaatkâr olmak demek gerekli sebeplere başvurmaktan geri durmak, fakir ve güçsüz olmak demek değildir. Aksine çalışmak ve sonucunda kazanılana razı olmaktır. Şeriat yani din çalışmayı, sebeplere sarılmayı emreder. Kanaat, kalbin neticeye dair halidir. Bir örnekle açıklayacak olursak; “sefer eylemek, zaferi ise ilâhî takdire havale etmektir.” Kanaat, vazifeler yapıldıktan sonra ortaya çıkan her halde Allah Teâlâ’dan razı olmaktır.
Kanaat, Hak yolunda seyr ve sülûk halinde bulunanlar açısından son derece önemlidir. Ma‘rûf-i Kerhî kuddise sırruhû hazretleri kanaat üzerinden tasavvufu şöyle tarif eder: “Tasavvuf, halkın elindekilerden ümidi kesmektir.”